Kendini Arayışın Gizli Bir Tanığı: Hasan Ali Toptaş
![]() |
| - SİBEL KARADAĞ - |
Hep güzel edebiyat öğretmenlerim oldu. Yalnızlığıyla debelenen bir çocuğa usulca el uzatırcasına girdiler hayatıma her seferinde. Öğretmenliğin olabilecek en naif haliydi belki de onlar.
Büyük umutlarla girdiğimiz 2000’li yılların ilk senesinde, büyük umutlarla başladım liseye. Elinde okumamızı istediği bir kitap listesiyle sınıfa girdi edebiyat öğretmenim. Adlarımızı, hemen ardından da payımıza düşen kitapların adlarını sıraladı. O, çoğu kitabını okuduğum yazarları saydıkça, yersiz bir özgüven hissediyordum içten içe.
Ben muhtemel yazarımı tahmin ederken ve hatta onun hakkında neler yazabileceğimi kafamda tahayyül etmeye bile koyulmuşken okundu adım. Hasan Ali Toptaş, Gölgesizler, dedi hoca.
Anlam veremedim, o da kimdi? Daha mühimi, neden bana düşmüştü ? Halbuki arkadaşlarıma ne güzel kitaplar vermişti, bu da neyin nesiydi ?
16 yaşın getirdiği her türlü alınganlığa müsait ruh halimle, hocanın neden bu adını bile duymadığım adamın kitabını bana kakalamaya çalıştığı üzerine bilimum teoriler ürettim eve gidene kadar. İşte, güzel şeyleri önceden kestiremiyorsun.
Mecburen alıp okumaya başladım. Kafamı kaldırıp camdan dışarı baktığımda ilk yüz sayfası bitmişti kitabın. Kalakalmıştım gördüğüm şey karşısında. Sanki okumakta olduğum bir kitap yazarı değildi de, harflerle varlığıyla yokluğu birbirine geçmiş hayali şekiller çizen, üstelik bunu yaparken de kulağıma garip bir melodi fısıldayan bir sihirbazdı.
Gerçek mi değil mi diye tekrar baktım kitabın kapağına. Henüz tatmadığım alkolün beynimde yaratması muhtemel her türlü yıkımı yaratmıştı o yaşımda. O gece, “belki de bu dünyada bizim insan olarak hayatımız, geceleyin, bir ekvator ormanında sessizce ilerleyen bir kaplanın kafasından geçenlerdir” diye sayıkladım. Yüzsüz insanlar, insanlaşan nesneler, dans eden kelimelerle dolu bir rüya gördüm.
Hocanın yanına gidip “ben bu kitabı bitirirsem, bir daha başka kitaplardan hiç zevk alamayacağım” dedim. “Meraklanma, başka kitapları da var” dedi gülümseyerek.
***
Ankara’da yaşadığını öğrendim. Sürekli kaçıp kurtulmayı düşlediğim, yaşadığım her şeyi bir çırpıda unutup başka hayatların hayaline kapıldığım zamanlarda okudum Kayıp Hayaller Kitabı’nı. Sen ise ruhumu çoktan çözmüştün.
“Bir yandan kaçıp kurtulmayı düşünmüştür sürekli; susmuşsa suskunluğunun içinde gözleriyle dilsiz kaçış haritaları çizmiştir gözlerinin bir kenarına; sarp kayalıkları aşıp giden belli belirsiz patikalar, kuş cıvıltılarının gagalayıp durduğu günlük güneşlik tepeler, ıssız dere boyları, alaca karanlık vadiler ve kıvrıla kıvrıla uzanan, çam gölgeleriyle kaplı taşlı yollar çizmiştir; aman kimsecikler görmesin diye de gözleriyle ıslatıp bozmuştur sonra o haritaları, ellerinin tersiyle defalarca silmiştir” diye fısıldıyordun.
Daha da ileri gidiyordun.
Ben Gökçe Gelin oluyordum, sense bana “bilirim ulaşılan her şeyde ulaşılamayan bir başka şeyin yokluğu vardır. Ve o, onun kadar noksandır da demezsin; sen inat edip bunları demiyorsun ya, ben de ona ulaşabilmenin asla mümkünü yoktur Gökçe Gelin, artık hiç tasalanma demem sana” diye sırlar veriyordun.
Adına taşra denen ‘o yoklar ve yokluklar diyarını’, ordaki sonsuz sıkıntı ve çaresizliği anlatıyordun. Taşra senin kelimelerinde daha başka bir hale bürünüyordu. Yokluğumu da yoksulluğumu da bir oyun gibi, bir düş gibi dinliyordum senden. Sen ise, “senin hayatın benim sana demediklerim kadar noksan” diye bağırıyordun.
Bense kaçış haritalarımın peşinden gitmeyi kafaya koymuştum o yıllar. Bu dipsiz sıkıntıya son verip İstanbul’un ihtişamlı vaatlerine yelken açacaktım ve bambaşka bir hayat yaratacaktım kendime.
Meğerse söylediğin hiçbir şeyi anlamamışım o zamanlar, tıpkı usulca fısıldayan, asla buyurgan olmayan ve bağırmadan oyun oynayan kelimelerinin melodisini algılayamadığım gibi.
Üniversite okumak için İstanbul’a geldiğim yaza denk gelir Sonsuzluğa Nokta’yı okumam. O zaman anlayacaktım Bedran’ın peşini bir türlü bırakmayan geçmişin ne menem bir şey olduğunu. Onun gibi bavulumda taşıyıp götürecektim o sıkıntılı, boğucu anıları. O zaman anlayacaktım, her daim arafta olmanın, geçmişten getirdiğin, şimdide erittiğin, geleceğe hükmetmeye yeltendiğin sonsuz döngünün noktalanamayacağını.
“Belki de insanlar koskoca yaşamları boyunca bir kez farklı olmaya katlanabiliyorlar, sonra da yavaş yavaş öteki insanların davranışlarına, düşüncelerine ve duygularına bürünerek, durup dinlenmeden kendini tekrarlayan uçsuz bucaksız bir benzerlikler denizinde kaybolup gidiyorlardı” diyecektin bana, bense çoktan şehrin hızında kaybolup farklılık yarattığımı sanmaya başlamıştım bile.
Ben Toplum ve Siyaset Bilimi okuyordum; sense çok bilmiş teorilerle genişletip tekrar onlarla çerçevelediğim zihnimi sarsacak tarifler yapıyordun o yıllar.
“Tabur tabur askeri birlikler oluşturdukları, aynı marşları aynı biçimde söyleyerek, aynı koğuşlarda, aynı kıvrılışlarla yattıkları ve bu edimlerle beraberlik ruhunu yakaladıklarını sandıkları, sonra bir bavul dolusu anıyla terhis olup eve döndükleri, anne babalarına hiç değişmeyen ve toplumun hazırladığı reddedilmez duygularla sarıldıkları, aynı yasalara uyarak evlendikleri, babalarından devraldıkları yöntemlerle seviştikleri ve babalarından boşalan iş kadrolarına kaplanınca dünyanın yarısını ele geçirmişçesine sevindikleri ve tıpkı kendilerinden öncekiler gibi gene çocuk doğurdukları ve onları besleyip büyütmeye başladıkları ve bütün bu olup bitene ‘dönüp duran paslı çember’ diyecekken ‘akıp giden yaşam’ adını verdikleri” bir toplumdaki uyumsuz yelken kulaklıyı anlatıyordun.
Büyük heveslerle okuyup kendi kendime bilmişlik nidaları attığım olanca literatürü kıskandırırcasına, harflerinle şarkı söylüyordun bana geceleri. Geceleri seni okumak, bana haddimi bildiren en güzel eylemlilik haliydi.
Senin varoluşçuluğundan, post-modernizmin kralı olduğundan, zamansal imgeleri hangi uzamlarda parçaladığından, Doğu mistisizmini harmanlayan bir Kafka olduğundan bahsediyorlardı.
Bense, senin hakkında büyük harflerle yazılmış tüm kelimeleri okuyup senin küçük harflerinin sakinliğinde ve derinliğinde arayacaktım Alaaddin’imi.
“Alaaddin daha kapımdan girer girmez, bende oluşmaya başlayan hiç tanımadığı bambaşka bir Alaaddin ile, ben de her iki Alaaddin’e de yansıyan kendimle karşılacaktım” ve “dursuz duraksız sevişmelerin yanı sıra kıyasıya da dövüşecektik onunla. Kendimizi doyasıya seyrettikten sonra da, oturup birbirimizin yaralarını saracaktık”.
İstanbul ve Londra yıllarım yarım kalmış bir cümleyle başlayıp yine yarım kalmış bir cümleyle biten kitabına benzer. Tamamlanmamış iki cümle arasındaki bir rüyaya. ‘Uykuların Doğusu’na doğru yol alıp batısına ulaştığım döngüyle biter ya da yeniden başlar.
Aradan tam yedi yıl geçtikten sonra, ben şimdi o umut vadeden ihtişamlı şehrin kibirli eteklerinden çok uzakta, doğduğum ve büyüdüğüm yerde, Ankara’da, ‘hırpalanmaya gönüllüymüş gibi gözüken o çırpı bacaklı’ kız çocuğunu arıyorum.
Annemdeki kötülüğü, babamdaki iyiliği, kardeşimdeki çocuksu deliliği arıyorum. Ne de olsa ‘kötüler bazen iyilerden daha iyi görünebilirler’.
Hep söylediğin gibi, ‘nereye yetişiyorsun’ diye soruyorum kendi kendime. “İnsan kendinden başka nereye yetişebilir ki” diyorum.
Ve senin kelimelerin hakkında, ancak senin kelimelerin yardımıyla yazabildiğim bu hadsiz yazıyı tüm ürkekliğimle yok etmek istiyorum. Ya da belki ifşa etmek istiyorum.
Elimde yeni kitabın, Heba. Kulağımda birbiriyle dans eden kelimelerinle sakinleşiyorum bu sefer, zamanı yavaşlatıyorum Ankara’da, 26 yaşımda. Bir insan, tanımadığı başka bir insanı bundan daha güzel nasıl çoğaltabilir ki?
Sibel Karadağ
twitter.com/sibellkaradag

YORUM YAZIN