Daha Fazla Büyümeyin
![]() |
-RENGİN ARSLAN- |
Dünyada çok fazla adaletsizlik var. Birini yazsan, birine üzülsen diğerlerinin hatırı kalır.
Şimdi saat gece iki. Uyumaya çalışmak nafile. Diğer tüm adaletsizliklerin hatırını umursamadan bir kız çocuğunu düşünüyorum.
19 mu 20 mi öyle bir şey yaşı. Rakamlar pek bir şey ifade etmiyor. Hiçbirimizin 19’una, 20’sine benzemiyor. Omzunda 2,271 sayfalık bir mütalaanın yükünü, Silivri’ye giden yolun her metrekaresini, duvarlardaki tuğlanın, çimentonun tüm ağırlığını taşıyor.
Eğilir sanıyorsunuz bir yerde. Yeter artık, demesini bekliyorsunuz. Öfkesine yenik düşüp “yaşına yakışır” şekilde biraz saçmalasın istiyorsunuz.
Onu her gördüğümde kendi 20 yaşıma bakıyorum. İşkenceleri, gözaltıları, kayıpları, hapishaneleri “uzaktan” bildiğime utanıyorum. “Bu rezil bu Çarşamba günü” dizesi, o her görüşe gittiği zaman aklıma geliyor. Attila İlhan’ın o güzelim şiiri o dizede takılıp kalıyor. Bir aşk şiirinden cımbızlıyorum hissettiklerimi anlatan yerleri. “Ben hiç böylesini görmemiştim.”
Türkiye'nin “kıyım” tablosundan ne kadar uzaktı çocukluğum. Babamı kaybetmedim kimliksiz katillerin elinde; memleketim olan şehirde hapishanenin yolunu hiç öğrenmedim. Anneme “Babam ne zaman gelecek? Niye gitti?” diyen bir 5 yaşım olmadı. Evladı geri döner diye kapısını açık bırakıp yatan bir annem olmadı. Şimdi düşünüyorum da ne şanslı çocuktum.
Muhtemeldir ki, ünlü 146-147. maddeyi biliyordum onun yaşındayken. Ama iddianame nedir, bilmemiştim. Bir mahkeme salonunda büyümek zorunda kalmadım.
İşte onu birkaç ayda bir gördükçe, bazen sosyal medyada yazdıklarına bakınca aklıma hep bunlar geliyor. Ona kendi 20 yaşımı vermek istiyorum. “Ben senin yaşındayken Foucault okumamıştım,” diyorum. İnanmıyor.
Ona 15-20 yaşlarım arasında okuduğum romanları, şiirleri, gittiğim filmleri, izlediğim oyunları vermek istiyorum; ki şiir de okuyor, roman da. Ama ben istiyorum ki benim 20 yaşım gibi okusun onları. Mümkün değil.
Televizyona çıkıyor. Benim izlerken öfkelendiğim sorular karşısında bir kere bile teklemiyor. Kendimi zorluyorum; saçma, yarım kalmış, sonu getirilmemiş cümleler bulmak istiyorum. Türkçesine kulp bulayım istiyorum. Zihni ne kadar berraksa artık, kelimeleri de öyle akıp gidiyor. Özneler, yüklemler, anlamlar; hep yerli yerinde. Bir çocuğu böylece anlatırken utanıyorum. Onu büyüten düzene küfür ediyorum. Onu anlatacak bir cümlem var sadece. Babasına onu bağırıyorum: “Pırıl pırıl.”
Koca koca adamlar babasını yargılamadan infaz ediyor. O bunları söyleyenleri hiç yargılamıyor. “Bu kadarı da fazla” diyorum. Arşivlere giriyor, yazıları okuyor, durmak bilmeyen dünyayı durmadan anlamaya çalışıyor.
Evvelki gün ona -belki de olabilecek en kötü günde- gündelik dertlerimi anlatıyorum. Can kulağıyla dinliyor. Ben, benden konuşmamızdan utanırken o sorular sormaya devam ediyor.
Babasına ağırından bir müebbet istendi. Dik duran babanın yanına varamasa da, uzaktan iki cümlesiyle omzu dikleşiyor.
Babası gazeteci. Bunu kimse hatırlamak istemiyor. Onun aklından çıkmayan “gerçek”, günün ışığında nasıl oluyorsa görünmez oluyor.
Bir adı var bu kızın: Nazlıcan Özkan. Söylemeye utanıyorum. Onun 15’inden 20’sine yürüdüğü yollardan utanıyorum. Onu böylece “büyüten” anasından, babasından utanıyorum. 20 yaşında bu kadar tanınmasından utanıyorum. Onun nezdinde Türkiye’nin “büyüttüğü” çocuklardan utanıyorum. Tek bir şey diliyorum: Daha fazla büyümeyin..
Rengin Arslan
* http://ucyuzotuzuc.com/yazidetay/daha-fazla-buyumeyin-107.html
YORUM YAZIN