Header Ads

Can Gox: Bu Coğrafyanın Her Kuytusunda Binlerce Seneyi Hissedebiliyorum


Aslında onu tanıyorsunuz. Can Gox geçen hafta ilk albümünü yayınladı. Ama onun sesini büyük ihtimalle daha önce duydunuz. Kaybedenler Kulubü’nde My Woman, Kuzey Güney’in sezon finalinde Haydar Haydar’ı dinledi izleyenler onun sesinden. Kadıköy’ün müzik ortamında yetişen Can Gox aslında en çok blues söylemiş gençliğinde, caz eğitimi almış, hemen her şeyi dinlemiş. Geçtiğimiz hafta piyasaya çıkan ilk albümü Yalnızım Ben’de Haydar Haydar’ın yanı sıra ünlü Drama Köprüsü’nü de söylüyor. (Ayşe Düzkan)

-Müziğe ilginiz nasıl başladı?

Ortaokuldan başlayayım. Müzik dinlenen bir evde büyüdüm, babam akordeon çalard, keyifli olduğu zamanlarda. Sesi de çok güzeldi. Onu dinlerdik ailecek. Ortaokulda gitar kursuna girdim. Bizimkilere akustik gitar aldırdım, pop gitar çalmaya başladım, okul orkestrasına girdim. Liselerarası müzik yarışmalarına katıldık. Liseden mezun olduktan sonra iki sene falan konservatuara girmeye çalıştım ama kazanamadım. Orada klasik opera eğitimi vardı. Bilgi’nin sınavı olduğunu gördük, girdim, tam burs kazandım.

-Yani meslek olarak müziği seçtiniz.

Öyle düşündüm ama böyle hayatım boyunca müzisyen olacağım gibi bir fikri olmadı. Spor da yaptım, hentbol oynadım.

-Büyürken neler dinlerdiniz?

Ben 1976 doğumluyum. Valla bizim zamanımızda radyo ağırlıklı besleniyorduk çünkü en büyük kaynak radyoydu. Bir de TRT’de dış kaynaklı müzik. Pop Saati, Rock Kazanı… Sonra TRT 2’deki Dönence, sonra 88.2 Polis Radyosu. Çok güzel ve kaliteliydi o zamanki yayınlar. Ben Pink Floyd’u radyodan öğrendim. Elvis’in hayatını oradan öğrendim. Türkçe parçalar da yayınlanıyordu, MFÖ’ler, falan.

-Tür olarak ne dinlerdiniz?

Tam blu çağında protest tarafımız ortaya çıkıyor ve duruşumuz netleşiyor karakterimizle beraber. Ben tabii duruş  olarak hep rock müzikten yana oldum, Pantera’ya kadar dinliyordum. Hiç popla yakın alakam olmadı, özel okulda olmama rağmen. Biz özel okullarda parmakla gösterilen öğrenciler oluyorduk, çok da geniş bir arkadaş çevremiz olmuyordu, çok popüler olmuyorduk. Herkesin gittiği yerlere gitmeyi de tercih etmiyorduk. Kartal’daydı lise, orayı o yüzden seviyorum, herkes okuldan çıkmaya korkarken ben çok mutlu oluyordum Kartal’da. Orası, sokaklar, arka taraflardaki küçük kafeler falan… Çok severim, geçerken hala içim cız eder.

Öğrenciliğin vecibelerini yerine getiremiyorum

-Kadıköy’e, Akmar’a bulaştınız mı?

Bulaştım. Eski Villa’ya giderdik, Akmar dağıtılmadan önce. Bir gün gelip dümdüz ettiler, arkadaşlarımızı aldılar falan, saçma sapan televizyon programlarına çıktı arkadaşlarımız. Kötü bir dönemdi bizim için. Dün Akmar’daydım mesela, o havayı alıyorum ve canım yanıyor. İnsanlar niye gençliği bu şekilde bıçak gibi kesip, onların isteklerine ve yaşam tarzlarına neden müdahale ediyorlar anlamıyorum.

-Sonra Bilgi…

Bilgi’yi bitirmedim, üçüncü sınıfta bıraktım. Benim eğitimle bir sorunum var herhalde, tembel bir öğrenciyim. Öğrenciliği  seviyorum ama vecibelerini yerine getiremiyorum. Performans derslerim çok iyiydi okulda ve rahmetli Nükhet (Ruacan) Hocamız ve Randy Esen, çok saygın kadınlar benim için. Nükhet Hocamın sahnedeki duruşu beni o kadar etkilemiştir ki, bin tane insana taş çıkartır. O kadar güzel dururdu ki, bize sahnede durmayı, iletişim kurmayı, nasıl güçlü durabileceğimi de öğretti. Allah rahmet eylesin.



Artık I love you beni kesmiyor

-Sonra?

Bu arada Blues Mobile adında bir blues grubumuz oldu, bence çok başarılı bir gruptü, güzel zamanlar geçirdik. Retro, swing, rock’n roll çaldık, eski zamanların dans müziklerini icra ettik barlarda. Çok keyifli zamanlardı, derken ben çalışmaya başladım. On iki senelik bir iş hayatım var. Eleman olarak girdim, idari işler müdürlüğüne kadar yükseldim. Eleman olarak girmem, mutfaktan. Gıda üzerine bir firmaydı, şu an tiramisu yap derseniz seve seve yaparım çünkü günde 150 tane tiramisu, cheese cake yapıyorduk. Orada 12 yıl hiç sıkılmadın çalıştım, bir aile gibi, ne saçıma ne sakalıma karıştılar. Benim gözümü açtığım yer ve son noktayı koyduğum yer aynı olduğu için birlikte büyüdük. Sonra Kaybedenler Kulübü’ne geldi zaman. Mehmet Ada Öztekin ki Kuzey Güney’in de yönetmeniydi, o dönemde Kaybedenler Kulübü’nü kaleme almıştı, senaryosu hazırdı ve basılmıştı. Tolga Örnek’e beni dinletiyor, bizim Kadıköy’den arkadaşımız, dostumuz Can var diyor, mümkünse o yapsın...  Wrong Side of the Road’u dinletiyor Tolga’ya, Tolga da ‘Tamam’ diyor. Sonra Kaan abilerle bir toplantı yaptık ve bana ihale edildi bu iş. Ben de seve seve kabul ettim. Çünkü çok severim Kaybedenler’i, zamanında programı dinlemişliğim, telefonla katılmışlığım da olmuştur. Hatta Kaybedenler Kulübü’ndeki bir parça onlara telefonda dinlettiğim bir şarkıydı.

-Halk müziği dinler miydiniz?

Geçmişte dinlemezdim. Hayatım boyunca İngilizce şarkılar, blues söyledim. Blues benim için çok özel, çok keyif aldığım bir şey. Fakat ‘Seni seviyorum’ ‘seni seviyorum’dur. Artık ‘I love you’ beni kesmiyor çünkü anadilim değil ve bu topraklar benim için çok önemli. Bu coğrafya inanılmaz zengin, her kuytuda binlerce seneyi hissedebiliyorum, sokakta yürürken rüzgâr yüzüme vurduğu anda binlerce şeyin kokusunu alabiliyorum. Genimde de var, sonuç olarak bu coğrafyadayım ve bir anda böyle bir şeyle karşılaştım, bir aydınlanma gibi oldu. Şimdi artık Kazancı Bedih bile dinliyorum. Bir de müziği araştırmayı çok seviyorum. Şimdi internet var, eskiden kasetçilerin kapısında yatıyorduk. Artık dünyanın her yerindeki müziği dinleyebiliyorum, Sudan’ı araştırıyorum, Arabistan’ı araştırıyorum, Rusya’yı araştırıyorum. Bu ne kadar güzel bir şey. Ve dinledikçe zihnim açılıyor ve bilgi bağımlısıyım galiba

-Drama Köprüsü’nü çoğunluk Ruhi Su’nun yorumuyla tanır. Ama bu düzenleme de güzel olmuş.

O kemanların büyüme bölümünü Hakan çok güzel aranje etti. Benim okumam aranje üzerine olduğu için çok keyif aldım, şarkı beni yürüttü, içine girmem çok daha kolay oldu. Bir de Drama Köprüsü’nün benim için önemli başka bir yanı var. Anne tarafından Arnavut'uz, babamlar da Selanikli. Anneannemin annesi Debreli, o hikayedeki Debreli Hasan’dır. Robin Hoodvari bir hikayesi var ama biraz da asi bir amcamız. Geleneği ve ardı dolu şarkıları seviyorum. Nesimi’nin Haydar Haydar’ı beni yıkıyor, her söylediğimde enseme bıçak saplanmış gibi oluyorum. Ömer Hayyam da öyle…



-Ben benzetmedim ama birçok yerde sesiniz Cem Karaca’ya benzetiliyor.

Gurur duyarım. Hayko’ya da çok benzeten var, Duman’a çok benzeten var. Hepsi büyük müzisyenler, hepsine benzemekten gurur duyarım. Benim egom yok. Egom yok demek aslında bir yandan büyük egom var gibi algılanabilir ama müziği paylaşım olarak görüyorum ve örneğin Hayko’ya benzetilmek benim için gurur vesilesidir. Çünkü samimi bir adam. Duman’a gelince, aynı jenerasyon olduğumuz için beraber büyüdük biraz da.

-Eski Kemancı zamanlarında müzisyen sahnede pişerdi, şimdi müzisyenler daha çok stüdyoda. Bunun yarattığı bir fark var mı?

Olmaz mı? Biz Kemancı’ya çıkabilmek için aylarca kuyrukta beklerdik deneme günü almak için. Kemancı’ya veya herhangi bir bara kabul edildiğimiz zaman kutlardık bunu, maddi bir şeyi yoktu. Bara çıkalım para kazanalım yoktu, müzik için yaşıyorduk. Bir amacımız vardı, saçlarımız uzundu, ben uzatamıyorum gerçi, yukarı doğru uzuyor ama… Küpe takıyorduk, tepki görüyorduk. Sahnenin değerini biliyorduk. Çünkü bir kişinin bir buçuk saat bütün hayatını paylaştığı bir alan. Ve orada samimi olmazsan seyirci bunu anlıyor. Kimse de seyirciyi ve kedisini sevenleri aldatamaz, buna hakkı yoktur. Şimdi teknoloji çok gelişti, her şeyin elinin altında olması çok güzel bir şey ama yarın ben müzisyen oldum diyemezsin. Ben çanta taşıyarak büyüdüm, bizde bir üst jenerasyona saygı vardır. Gitarını taşıdığım çok kişi oldu, bununla gurur duyarım. Neşet Ruacan bugün ‘Gel rodiliğimi yap’ dese seve seve giderim, bir milyon albüm satsam bile. Bizde öğretene saygı var, bende var en azından.

-Caz dinliyor musunuz?

Dinliyorum. Valla Charlie Parker, Charles Mingus çok seviyorum. O kadar çok kişi var ki, Shirley Horn çok severim, cazda kadın sesine aşığım, Billie Holiday en, en sevdiğim kadınlardan biridir. Türkiye’de Elif Çağlar, çok seviyorum. Elif sınıf arkadaşım. Evrim Usluca, müthiş bir kadın. Keşke albüm yapsa.

-Caz standartlarında söylemeyi sevdiğiniz bir parça var mı?

Ben giremedim o işlere, standart dendi mi tüylerim diken diken oluyor. Ama Angel Eyes’ı severim, sınıf geçme şarkımdı. Bir de Sting versiyonu vardır, tavsiye ederim. Bir de The Very Thought of You…

Alternatif bir kimlik oldu Can Gox benim için

-Blues’da böyle tercih ettiğiniz parçalar var mı?

Çok var ama en sevdiğim Roy Buchanan diye bir adamın Five String Blues diye bir şarkısı var. O beni çok ağlatır yani… Sonundaki gitar solosu yok eder.

-Hala akustik gitar çalıyorsunuz.

Akustik gitar vazgeçemeyeceğim bir enstrüman. Ona daha hakimim, onuna büyüdüm. Ortaokulda sesim rezaletti, blu çağında erkeklerin sesinin değişme zamanı vardır ya… Arkadaşlarımla karşılaştığımda ‘Ne oldu sana, sesin çok kötüydü’ diyorlar.

-Gülce Duru ve Erdem Tarabuş ile çalışıyorsunuz. Onlarla çalışmaya nasıl başladınız?

Kaybedenler’de My Woman’da da Gülce söylüyor. Burada da bir düet çıktı, birlikte besteleri yaparken. Ve Gülce’nin sesine çok yakıştı şarkı, zaten sözleri de Gülce yazdı. Albümdeki sözlerin yüzde 80’inde bana yardım etmiştir, kaleme kağıda dokunduğunda kitlenen bir adamım. Gülce kapıyı açar, hep birlikte fikir alışverişiyle sözleri geliştiririz. Besteler de öyle. Zaten herkes bir düet bekliyordu bizden.

-Neden soyadınızı Gox yaptınız?

Çalışıyordum ya, sabah uyandığımda Can Göksun, akşam eve döndüğümde Can Gox’a dönüşüyordum. Akşam 300-400 kişiye çalışıyorsun, 04.00’de eve dönüyorsun, sonra sabah bilgisayar başındasın, Outlook açık. Böyle bir alternatif karakterim gelişti, yoksa yapılamaz böyle bir şey.

-Kaybedenler Kulübü filmini beğendiniz mi?

Film güzel oldu, 1990’lardaki Kaybedenler neyse onu yansıtmaya çalıştılar. Biraz seksist tavrından dolayı…

-Ben de onu soracaktım. En azından kadınlarla erkeklere farklı  davranan bir programdı. Bununla ilgili ne hissettiniz?

Valla, dürüstler, yalan söylemiyorlar. İçlerinden gelen şeyi saklamadan yüzüne vurabilen kişiler. Neden biriyle birlikte olmak istediğini prosedürlerle söylemeli veya neticeye varmak neden vecibeler gerektiriyor?

-Ama siz öyle birine benzemiyorsunuz. Şimdi çıktığımda ‘Nasıl bir çocuktu?’ deseler, ‘Romantik bir çocuğa benziyor’  derim.

Öyle mi? E ben Yengecim. Gözlemlemeyi çok seviyorum. Bir kedinin yürüyüşü bile çok şey ifade edebiliyor benim için.

-Yani kadınlar da sizin gibi duyguları olan insanlar olabilir.

Tabii ki. Mesela bu 8 Mart’ta tuhaf bir düğün havası var. Herkes alışveriş yapıyor. Halbuki kadınlar öldü bugün. Ve yanarak. Bugün anma günü, sessizlik günü, protesto günü, eylem günü aslında. Ama Sevgililer Günü’ne döndü. Benim hayatımda hep kadınlar var. İş hayatımda da çok örnek aldığım, saygı duyduğum kadınlar var. Dişilik çok özel bir şey, kadın anne değildir sadece, bundan da rahatsızım. Kadın dendiğinde kocaman bir portre geliyor. İçerisinde annelik de var tabii. Müzikte de, edebiyatta da hayatıma yön vermiş kadınlar var. Kadınlarla erkeklerden daha iyi ilişki kurabiliyorum. Tuhaf bir algılama gücü var, empatileri çok güçlü. Bizim de yüzde 70’imiz erkek, yüzde 30’umuz kadın, bunu itiraf etmek bir yere varamayız.

-Son soru, kolunuzdaki dövme ne?

Devrim Altıkulaç’ın bir çizgisi, çok da güzel bir kitabı var. Salonda beliren bir gergedan adamla arkadaşlık kuruyor. Bob Dylan dinleyen bir gergedan. Çok hüzünlü, çok komik güzel bir hikaye. Devrim de böyle şeyler yapıyor, bir yandan da heykeltıraş. Bu eski bir denizci haritasında batmış bir gemiye böyle bir işaret koyuyorlarmış. Bana çok güzel geldi. Sarsıcı bir tarafı da var.

Röportaj: Ayşe Düzkan

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.