Ressam Burcu Çorbacı: Bazı Eserlerin(!) Çöp Kadar Değeri Yok
Burcu Çorbacı (Cenin) ile tesadüfen tanıştım, resim yaptığını öğrendim. Ardından facebook’ta kendi işlerini ve paylaştıklarını gördüm. Sanat üzerine yorumda bulunmak haddimi aşar ama estetik endişeleri bir kenara bıraktığımda bile, Cenin’in dünyasını çok çekici, çarpıcı buldum. Onunla uzun uzun konuştuğumda dünya, sanat ve sanat piyasasıyla ilgili gözlemlerinin en az işleri kadar ilginç olduğunu gördüm.
Cenin, sanat eğitimi almamış. uluslararası ilişkiler okumuş. Ardından da, ne yapacağını bilemeyerek reklamcılık. “Reklamcılık yaptığım dönemde her şeyden çok sıkılmıştım, büyük bir anlamsızlık içindeydim, hatta öleceğimi falan düşünüyordum. Ufak ufak resim yapmaya başladım, resmin beni kurtardığını anladım. Sonra yavaş yavaş internete koydum, iyi ki internet var, internetin büyük bir demokratik alan olduğunu düşünüyorum, en azından kendinizi ortaya koyma anlamında. Yaptığım şeyler çeşitlenmeye başladı. Bir süre sonra daha büyük şeyler yapmam gerektiğini düşündüm. Daha büyük boyuta geçtiğimde kendi kendime ‘Üç tane tablo yapacağım, daha sonra galerilere başvuracağım, sonucunu göreceğim’ dedim. Yurtdışında insanlar bana ilgi gösteriyordu, bir yandan da ‘piyasa’daki çalışmalara bakıyorum, hepsi çok sıkıcı. O yüzden kendime güveniyordum, insanlar bana çok ilgi gösterecek diye düşünüyordum. Bir tanesi çok güzel geri döndü, zaten onunla da çalışmaya başladım. C.A.M galeri, Contemporary Art Marketing. Ben tablolarımın manevi değerinin yanı sıra ticari değeri de olduğunu düşünüyorum. Çünkü çok çekici bir dünya sunuyorum. Bana cevap vermeyen bir-iki tanesine e-posta yazdım bana neden geri dönmediniz, diye ve onlara insanlara, sanatçılara bu şekilde davranamayacaklarımı söyledim. Bazı galerilerin burnu çok havada.”
Resimden
önceki hayatını “çok boş” olarak nitelendiriyor: “Öncesi hep resme hazırlıkmış.
Ondan önce hep bir sıkıntıyla yaşadım, hep çok duygusal oldum, konular üzerinde
çok fazla düşündüm, sıkıntılı bir insandım. Resim rahatlamama neden oldu. Duygu
durumumu değiştiren iki şey var; biri kediler, diğeri de ellerimi kullanmak.
Mesela, temizlik yapmalıyım, yemek yapmalıyım. Ellerimi kullanırken
rahatlıyorum. Kedi severken rahatlıyorum. Bence herkes eliyle bir şey yapmalı.
Yemek yapmayı bildiğim için çok mutluyum, iyi ki öğrenmişim. Bir tek şey için
üzülüyorum, keşke dikiş dikmeyi de bilseydim.” (Ayşe Düzkan)
Hafif kafadan sakat olmayanı para bozar
-Çağdaş sanat tuvali bir kenara bıraktı sanki. Halbuki siz tuval yapıyorsunuz?
Güncel
sanatta tuval biraz kenara itildi. Ayrıca tuval resmi yapanlarda da bir
tıkanıklık olduğunu düşünüyorum. Ama sanat fuarlarına bakarsak tuval hala çok
revaçta. Kendi adıma sanatta tek bir kriter var. O da ortaya çıkan şeyin
yaratıcı olması. Bir iddiası olması gerekiyor. Bu sadece söylemde olmamalı.
Ortaya konan eser de bir iddia taşımalı. Hani çok ünlü bir hikaye var. Kül
tablasının içinde izmaritler. Temizlikçi bunu çöpe atıyor. Sonra onun bir sanat
eseri olduğu ortaya çıkıyor.
Çağdaş sanat dünyasında şöyle bir şey var.Bir
eserin sanat olarak adlandırılması için birileri tarafından onaylanması, kabul
görmesi gerekiyor. Ben güncel sanatçıları reklamcılara çok benzetiyorum
aslında, ikisi de ironi temelinde, çok fazla emek olmayan belli bir trüğe, can alıcı
noktaya dayanan işler yapıyor. Yakın sınıflardan insanların oluşturduğu ve
birbirlerini alkışlayıp yücelttiği bir oyun bu.
Dinamikler de pek değişmez. Çok kurnaz ve sosyal değilsen seni aralarına
almazlar. Çünkü kapitalizmin her zaman yeni bir şeylere ihtiyacı var. Hepsi
kapitalizme çok karşıyız falan diyor ama o ilişkiler yumağı içinde var oluyorlar.
Sömürüye karşıyım deyip de eserini galeri sistemine sokup bundan geçimini sağlarsan
bunu da söylemek zorundasın, o ilişkiler ağının dışında gibi davranamazsın. Mesele
şu aslında, geçinmek için para nereden geliyor?
Ben bir galeriyle çalışmanın
kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. O bir aracıdır, onun bir müşteri portföyü
var ve beni onlara tanıtıp satacak. Eserlerimin satılmasından gurur duyarım.
Çünkü hayatımdaki her şeyi para vererek alıyorum. Sanat yapabilmeniz için bir
boş zamanınız, ufak da olsa bir sermayeniz olması gerekiyor. Boş zaman için bir
yerde çalışmamanız gerekiyor ya aileden bir geliriniz olacak ya da benim gibi
çok iyi ev ekonomisinden anlayacaksınız, her şeyi ucuza getirmenin yollarını
falan bulacaksınız. Bunları yapmazsanız sanatla uğraşamazsınız. Bir işçinin
sanatla uğraşma, ilgilenme ihtimali çok düşük. Çoğu sanatçı para kazanmaya
başladıktan sonra daha kötü işler yapıyor. Eğer hafif kafadan sakat ve
takıntılı değilseniz para insanı bozar. Resimle ilgili böyle duygu durumsal bir
bozukluğunuz yoksa çok rahatlıkla serebilirsiniz.
Ne iş yapıyorsanız yapın, kendi
dünyanızı insanlara iyi anlatamıyorsanız, ‘pazarlayamazsanız’ başarılı
olamazsınız. Diğer yandan sanat çok güzel bir vitrin. Sosyal sorumluluk
projeleri bir şirketi tüketicilerin gözünde nasıl güzelleştiriyorsa, sanat da öyle.
Bazen bir tür kara para aklama aracı bile olabiliyor. Mesela bazı ödüller
veriliyor. Çünkü mesela ben buna 50 bin dolar fiyat biçtim, bunu kimse
sorgulayamaz. Çünkü emeğin karşılığı daha soyut. Şirketler vitrinlerini
düzenliyorlar bu şekilde, bir aktivite oluyor bu sayede. ABD’de bir eser
bağışladığında vergiden epey düşebiliyorsun. Bir de kapitalizmde sürekli farklı
bir şeyden para kazanma ihtiyacı duyuluyor. Sanat hem eğlenceli yöntemlerden
biri, bir çeşit sosyal bir aktivite onlar için.
Sanatta sadelikten nefret ederim
-Resimleriniz dünyanın herhangi bir yerinde yapılmış olabilir. Ve daha çok batı kültürüyle bağlantılı.
Bir anlamda
bütün şu an deneyimlediğimiz kültürü onlar kurmuş, ben batılı kültüründen çok
etkilendim ama bir yandan da yerel kültürler de çok ilgimi çekiyor. Onlarla
ilgili bulduğum şeyleri paylaşıyorum, hem benim için çok eğitici oluyor, gözümü
eğitiyorum. Hem de o insanların kültürünün aslında nasıl yok edildiğini ama
aslında ne kadar güzel ve görkemli olduğunu görüyorum. Yeni çalışmalarda onları
da kullanacağım.
-Farklı ülkelerin yerel kültürleriyle ilgilenmek sanki Avrupalıların hakkı gibi.
Beni
eleştirenlerden biri beni çok Batılı bulduğunu, batı kaynaklı olduğumu söyledi.
‘Neden böyle?’ dedi. ‘Çünkü onları daha çok seviyorum’ dedim. Resimlerimin çok
yoğun olduğunu söylemişti bana. E çünkü ben minimalizmden hoşlanmıyorum. Yoğun,
görkemli, ilgi çekici şeyleri seviyorum. Mesela o İsa ile Meyrem figürleri
vardır kiliselerde, onları seviyorum. Sadelikten nefret ediyorum, kendi
hayatımda sevebilirim belki ama resimde sevmiyorum. Bu bir eleştiri olamaz
ayrıca.
Bu topraklardaki kültür çok karışık
-Başka dallarda, mesela müzikte?
Bazı
türküler beni etkileyebilir, mesela Neşet Ertaş’ın Yalan Dünyası ama Ertaş’ın her şeyini dinleyemem. Ben batılı bir
eğitim aldım, hayatta beni ilk etkileyen şey, çocukluğumda Rodos’ta gittiğim
kiliseler oldu. Onların görkemli yapısı, İsa bebeğin yüceltilmesi, onlarla
ilgili hikayesel bir ortam yaratılıyor. Görsel etkileyicilik üzerine bir kültür
zaten Hıristiyan kültürü. Hala gözlerim parlar anlatırken. O yaşta Hıristiyan
olmuştum galiba ama bir hafta sürdü. Belli bir yaştan itibaren de hiçbir dine
inanmıyorum ama bazen Allah’a inanasım geliyor, bazen gelmiyor. Yahudi kültürü
de bana çok ilginç geliyor, hoşuma gidiyor. Onların soyutlama anlayışı çok
gelişkin, o gelişkinlik hakikaten dünya kültürünü çok etkilemiş, her şeyin
içinde o soyutlama hali var. Ben de dünyayı öyle anlamlandırmaya çalışıyorum.
Fakat Türk kültürü diye bir şey kabul etmiyorum, Orta Asya’daki Şamanizmi Türk
kültürü olarak kabul edebilirim ama bizim burası çok karışık. Benim kuzenim
Sagalasos kazısında çalışıyor. Oradaki köylüler çok yerleşik köylülermiş. Oradaki
kemiklerde araştırma yapılmış, gen yapısı aynı. ‘Biz Hıristiyan mıyız şimdi?’
demişler. ‘Evet öylesiniz yani, şu an böyle olabilirsiniz ama…’ (gülüyor) Bunların
üzerinde çok durmuyorum, beni etkileyen ne varsa onunla ilgileniyorum. Bu
topraklardan çıktın oraya da bir bilmem ne koy fikrini benimsemiyorum, evrensel
bir insanım, niye kendimi buranın kültürüyle kısıtlayayım ki?
Her şey kötü ve tabii ki daha kötü olacak
-Siz kendi resminizi bir yere koyar mısınız?
Resmim biraz
sürrealizme yakın duruyor ama tam o da değil. Salt figüratif de diyemeyiz.
Tuval resmi gibi de değil çünkü illüstratif bir mantıkla resim yapıyorum. Zaten
posterleri çok seviyorum, Eski Doğu Bloku propaganda posterleri, sonra 50-80
yılları arası B movie afişleri... Onları yapan insanlar gerçek sanatçılar. O
eski ustaların yaptığı şeylere de bayılıyorum, örneğin 1700’ler, büyük ve
görkemli sahneler, büyük emek var, boyalarını kendileri yapmışlar. Acayip bir
şey. O adamlar hakikaten çok iyi sanatçılar ve zanaatkarler aynı zamanda. Ama
bir yandan da insanlar hep ‘Eskiden böyle değildi’ diyorlar ya. Hayır eskiden
de böyleydi. Onlar da hayatlarını hamilerle idame ettiren sanatçılardı.
Hepsinin bir hamisi vardı. Siparişle iş yapıyorlardı. Nedense sanat söz konusu
oldu mu insanlar bir ikilemde kalıyor; saflık ve kurnazlık. O yüzden eskiden
işler böyle değildi diyen insanları anlamıyorum. Tabii ki kötü olacak, daha da
kötü olacak her şey.
Her şeyi para yönetiyor, böyle olmak durumunda. Fransız devriminden
sonra burjuvalar hayatı ele geçirmeye başladı, soylu sınıf bir kenara çekildi,
yok olmadılar ama bence artık şirketlerle işbirliği yapıyorlar. Onlar böyle bir
düzen kurdu ve biz bu düzende yaşıyoruz. Paralar birleşiyor ama insanlar
birleşemiyor ve birleşemeyecekler gibi geliyor bana.
Sanatın merkezi neden Paris’ten New York’a kaydı?
-Sanat izleyicisi ve tüketicisi olmak da parayla ilgili bir şey değil mi?
Sanat
dünyasıyla sosyete yan yanadır. Özellikle New York’ta. Sanatın merkezinin
Paris’ten New York’a kaymasının sebebi bu. Sanat dünyasıyla sosyetenin iç içe
olması gerekiyor çünkü evlerin tablolarla süslenmesi gerekiyor. İkincisi sanat
son derece kutsal bir şey ya, eleştirilemez kabul ediliyor. Bir sürü insan birçok
şey için ‘Bu çok boktan’ demek istiyor ama diyemiyor çünkü sanat hakkında kötü
bir şey söylemek ayıp kabul ediliyor. Öyle bir dokunulmazlık elde etmiş sanat.
Melih Gökçek ‘Böyle sanatın içine tüküreyim’ demiş, bu üslubu ve cahilliği de kastetmiyorum
elbette. Ama bazen bazı eserlerin(!) de çöp kadar değeri yok bence.
Sanatçı, böyle
bir oyunun aktörü ya da aktiristi olduğu için kimse ona bir şey söyleyemiyor.
Çünkü bu konu bir tabuya dönüştürülmüş durumda. Eğer sanat hakkında konuşamazsak
ortak bir noktaya da ulaşamayız. İyinin de kötünün de hakkını vermek gerekiyor
belli kriterler dahilinde. Çünkü bu matematik değil, suyu doldurduğun zaman bu
doludur dersin ama sanat hakkında böyle bir şey söyleyemiyorsun, o kadar
kişisel beğenilere ve bir yandan da manipülasyona açık bir şey ki.
Bir eser
hakkında akademik bir konuşma da yapılabilir. Bence eleştirmenlik, küratörlük
birer meslek ve ön plana çıkan insanlar. Onlar bunu meşrulaştırmak için
sistemin yarattığı aktör ve aktrisler, sistemin onlara ihtiyacı var. Çünkü bir
bolluk çağında yaşıyoruz ve sürekli eser üretimi var. Sürekli bir üretim halindeyiz,
her konuda. Resim, film, müzik, o kadar çok şey üretiliyor ki. Bu üretim içinde
bazı şeylerin öne çıkartılması lazım. Bu da sistemin içinde doğru adamlarla
tanışmış, yeterli paraya sahip, öne çıkartılacak eseri olan sanatçılar, müzisyenler
lazım. Medyadaki insanlar da bu işe yarıyor. Küratör ya da sanat danışmanı,
medyayla öyle ilişki kuruyor. Orda bir röportaj yayınlatıyor, burada hakkında bir
yazı yazılıyor.
Mesela New York’taki Modern Sanat Müzesi’ne biri gidip orada
yemekler yiyor, kendi adamlarını bağlantılara sokuyor, çünkü hep bir adamlar
var ilişki kurulması gereken. Onların yanında yıldızlar ve çömez sanatçılar var
ve o insanları tanıdıkları için entegre oluyorlar sisteme. Artık nitelik
sorgulanmıyor. Ne kadar iyi bir sunum yaparsan o kadar alıcı bulacaktır ve inanılırlık
sağlayabilirsiniz böyle. Bir de bir şeyi ne kadar çok yinelerseniz bünye onu
kabul ediyor. Nefret ettiğin şarkıyı söylemeye başlıyorsun mesela.
Nöro-pazarlama falan var, insan beynini ele geçirmeyi biliyorlar. Sen dünyanın en
güzel resmini yap, öyle bir şey de yok ama, onu onların kanallarına, o
pazarlama o dağıtım ağına sokamıyorsan sen bir hiçsin.
-Ya siz?
Millet
sanıyor ben de ilişkilerle falan bir şeyleri hallettim halbuki tamamen kendi
kendime yaptım. Ben özerk olarak nitelendirilebilirim, bir okuldan gelmiyorum,
annem babam bu işlerin içinde değil, kendim girdim, kimseyi de tanımıyorum, çok
yoğun çalışan, çok asosyal bir insanım. Genelde hayatım eşim Tolga ve kedilerim
Pagan ve Sumo ile geçiyor. Kurnazlıkla yürütülen insan ilişkileri ağına hiç
vaktim yok.
Yalnızlık ve yaratıcılık
-Yaratıcılık için biraz da böyle bir münzevilik gerekmiyor mu?
Gerekiyor.
İzolasyon sayesinde kendi içinize dönecek zamanı yaratıyor ve oradan dışarıya
çıkarttıklarınızı sanatınıza yansıtabiliyorsunuz. Ayrıca yapmam gereken o kadar
çok iş var ki. Düzenli bir şekilde saatlerce resim yapıyorum. Bunun dışında
herkes gibi gündelik hayatı sürdürmem için yapmam gerekenler var. Çok
yoruluyorum aslında.
-Eşiniz müzisyen (Rashit grubundan Tolga Özbey), siz resim yapıyorsunuz, sizi besleyen bir sosyal hayatınız var mı?
Yok.
İnsanlarla ilgili oldukça temkinliyim. Çünkü genellikle tanıştığım insanlarda
kendilerini öne çıkartma isteği seziyorum. Sakin bir paylaşımdan çok, ben ne
kadar harikayım, ne kadar süper fikirler buluyorum, aslında çok da güzelim ya
da yakışıklıyım’ı öne çıkartmaya çalıştıkları ve çok temel dürtüleriyle ve
altında da cinsellikle beslenen bir şeyin olduğunu düşünüyorum ve bu beni
rahatsız ediyor. O ortamı sevmiyorum. Birilerinin yıldız olmaya çalıştığı
ortamın bana vakit kaybettirdiğini düşünüyorum.
–Yaratıcı insanların çoğunda yüksek bir ego var ve o galiba gerekli.
Ben egonun
sadece yaratım süreci için gerekli olduğunu düşünüyorum, öyle insanları çok
itici buluyorum.
-Tolga ile böyle bir iletişim hissediyor musunuz, bir evde iki yaratıcı insansınız.
O eskiden
daha sosyalmiş ama şimdi bana uyum sağlamayı tercih ediyor. Bir de biz 24 saat
iç içeyiz ve aynı odadayız, salonda. Öyle yaşıyoruz.
-Birbirinizi besliyor musunuz?
Tabii ki.
İlgi alanlarımız bir yanda benzeşiyor, bir yandan ayrılıyor. O bana bir şey
bulduğunda gösteriyor, ben ona bir şey bulduğumda gösteriyorum. Biz aynı
zamanda birbirimizin en iyi arkadaşıyız. Benzer müzikler dinliyoruz, şu ara
Çin, Kuzey Kore müzikleri dinliyoruz, yerel müzikler dinliyoruz ama punk da,
noise da dinliyoruz. Zaman zaman klasik müzik de. Tek bir türe bağlı kalmanın
insanı körelttiğini düşünüyoruz.
-Facebook sayfanızda paylaştığınız işlerde ölümün olağanlaştığı şeyler var.
Evet özellikle
öyle şeyler paylaşıyorum. Ben ölümü ve doğumu anlamaya çalışıyorum. Kendi
varoluşumuzun ölümle bildiğimiz kadarıyla sonlanma durumunu anlamaya
çalışıyorum. Ya da ölümden sonrasıyla doğum arasındaki ilişkiyi. Sanki bir
daire var orada, biz o dairenin içinde dolaşıyormuşuz hissini yaşıyorum.
Sürekli ölümle ilgili felsefe yapıyorum, resimlerde de. Dünyanın varoluşuyla
ilgili de. Ölümün bu kadar hayatın dışına atılması, hastaneye konması falan,
gözden uzak tutulması ve insanların buna tahammül edememesi ve yaşamın bu kadar
kutsanması ve insanların ölüm karşısındaki çaresizliği ve onunla karşılaştıkları
zamanki şaşkınlığı. Ben de korkuyorum, anne babamın, ağabeyimin, kedilerimin,
Tolga’nın ölümünden. Tolga sanki hiç ölmeyecekmiş gibi geliyor tuhaf bir
biçimde. (gülüyor)
-Cenin kim, facebook sayfanızda eserlerini paylaştığınız Cenin’in arkadaşları kim?
Benim
çeşitli hallerim, yansıtmak istediğim haller diyebiliriz ama o Cenin galiba
benim. O bebek olan. Onlar da arkadaşlarım benim, bizim sanki apayrı bir
dünyamız varmış gibi. Ayrıca insanlara ilham vermek istiyorum. Benim gözümle,
beğenilerimle, dünyamın bir parçası olanları insanlara göstermek istiyorum. Bir
de dışlanmış şeyleri sahiplenmek güdüsü var bende.
Türkiye’de sanat alanında
yapılmaktan korkulan ya da vizyonsuzlukla yapılamayan eserleri, imajları
paylaşmayı seviyorum. Türkiye’de çok hesaplı kitaplı her şey, çok da kolaycı.
Mesela tuval üstüne kocaman, soyut bir karaltı. Evet belki birisinin hoşuna
gidebilir ama bence bu çok çirkin, kolaya kaçmış ve emek fakiri. Ayrıca bu aşırı
minimalist çalışmalar sizde bir şey uyandırmıyor, duygularınızı kabartmıyor,
salt ev dekorasyon malzemesi. ‘Bunu ben de yaparım’ diyorsunuz. Evet yaparsın.
Herkes yapabilir.
Çok da iyi bir kanaldan sokarsan piyasaya, süreklilik de
sağlarsan sen de bir sanatçı olabilirsin. Sanatçı olmak yüceltiliyor, ama
altını dolduracak bir yeterliliği ve donanımı göremiyorum ben genellikle.
Genellemek de yanlış tabii ama hani ayinesi iştir kişinin derler ya o doğru.
Bir sergiye gidiyorsunuz dolaşıyorsunuz, aklınızda bir şey kalmıyor,
duygularınızda bir değişim yaratmıyor. İllüzyon yok bir de.
İllüzyon çok önemli
bence. İllüzyon olmayınca sanat da etkisini kaybediyor. İllüzyon insanı
büyüleyen şeydir, insanlar artık büyülenmiyor. İnsanlar bunu bir aktivite
olarak görüyor. Alışverişe çıkmak gibi bir şey resim sergisi ya da bir sanat
fuarı gezmek. Gerçi sanat fuarlarındaki bazı eserler hediyelik eşya fuarından
fırlamış gibi. Halbuki sanatın özelliği insanları büyülemesi, bunu zihinsel
olarak da yapabilirsiniz, duygusal olarak da. Etkileyici bir sanat eseri öyledir,
etki altıda kalırsınız, ben kendi adıma bunu başarmaya çalışıyorum yoksa
anlamsız gelir bana, insanları kandırmış gibi hissederim kendimi. Kurnazlık
gibi. Zaten kimsenin onlarla ilgilendiği yok, kendileri birbirleriyle
ilgileniyor, sanat dünyası kendi içine gömülmüş, bir yalanı yaşıyor. O yalan
bir balon gibi büyüyor. Bu oyunu kendi aralarında sürdürüyorlar. Sanat
izleyenlerin çoğu da kendisi sanatçı olmak isteyen insanlar. Herkes zaten
fotoğraf çekiyor, herkes DJ. Ben buna karşı değilim, güzel bir şey bir yanda
da, hele sosyal ortamlarda olmayı seviyorsanız insanlar ilgi gösteriyor falan,
insanın hoşuna gidiyor. O insanlar da eserden büyülendikleri için değil o ortamda
olmak istedikleri için gidiyor sergilere.
Eserlerin niteliğinden çok sanatçının
yıldızlaştırıldığı bir sistemde yaşıyoruz. Böyle olunca o “yıldızlar” ne
yaparsa oluyor, onaylanıyor, ama aklı başında herkes, olan bitene içten içe gülüyor.
Reklam piyasası gibi hani, onun bir balonu vardı ya, şişti şişti sonra 1997’de
bir atladı, 2000’lerde bir daha patladı. Sadece büyük şirketler kaldı. Şimdi
reklam piyasanın yüzde 80’ini yabancı şirketler aldı ve yönetiyor. Kapitalizmin
olayı bu, yeni teknolojilerle yeni meslekler doğuruyor. Çünkü orayı da birinin
yönetmesi lazım.
Röportaj: Ayşe Düzkan
Resim-1:
Frankeden
100x70 cm, tuval üzerine karışık teknik, 2012
Resim-2:
Rendering the invisible visible
150x175 cm, tuval üzerine karışık teknik, 2012
*Ressam Burcu Çorbacı'nın izni ile kullanılmıştır.
Frankeden
100x70 cm, tuval üzerine karışık teknik, 2012
Resim-2:
Rendering the invisible visible
150x175 cm, tuval üzerine karışık teknik, 2012
*Ressam Burcu Çorbacı'nın izni ile kullanılmıştır.


YORUM YAZIN