Header Ads

Ressam Burcu Çorbacı: Bazı Eserlerin(!) Çöp Kadar Değeri Yok


Burcu Çorbacı (Cenin) ile tesadüfen tanıştım, resim yaptığını öğrendim. Ardından facebook’ta kendi işlerini ve paylaştıklarını gördüm. Sanat üzerine yorumda bulunmak haddimi aşar ama estetik endişeleri bir kenara bıraktığımda bile, Cenin’in dünyasını çok çekici, çarpıcı buldum. Onunla uzun uzun konuştuğumda dünya, sanat ve sanat piyasasıyla ilgili gözlemlerinin en az işleri kadar ilginç olduğunu gördüm.

Cenin, sanat eğitimi almamış. uluslararası ilişkiler okumuş. Ardından da, ne yapacağını bilemeyerek reklamcılık. “Reklamcılık yaptığım dönemde her şeyden çok sıkılmıştım, büyük bir anlamsızlık içindeydim, hatta öleceğimi falan düşünüyordum. Ufak ufak resim yapmaya başladım, resmin beni kurtardığını anladım. Sonra yavaş yavaş internete koydum, iyi ki internet var, internetin büyük bir demokratik alan olduğunu düşünüyorum, en azından kendinizi ortaya koyma anlamında. Yaptığım şeyler çeşitlenmeye başladı. Bir süre sonra daha büyük şeyler yapmam gerektiğini düşündüm. Daha büyük boyuta geçtiğimde kendi kendime ‘Üç tane tablo yapacağım, daha sonra galerilere başvuracağım, sonucunu göreceğim’ dedim. Yurtdışında insanlar bana ilgi gösteriyordu, bir yandan da ‘piyasa’daki çalışmalara bakıyorum, hepsi çok sıkıcı. O yüzden kendime güveniyordum, insanlar bana çok ilgi gösterecek diye düşünüyordum. Bir tanesi çok güzel geri döndü, zaten onunla da çalışmaya başladım. C.A.M galeri, Contemporary Art Marketing. Ben tablolarımın manevi değerinin yanı sıra ticari değeri de olduğunu düşünüyorum. Çünkü çok çekici bir dünya sunuyorum. Bana cevap vermeyen bir-iki tanesine e-posta yazdım bana neden geri dönmediniz, diye ve onlara insanlara, sanatçılara bu şekilde davranamayacaklarımı söyledim. Bazı galerilerin burnu çok havada.” 


Resimden önceki hayatını “çok boş” olarak nitelendiriyor: “Öncesi hep resme hazırlıkmış. Ondan önce hep bir sıkıntıyla yaşadım, hep çok duygusal oldum, konular üzerinde çok fazla düşündüm, sıkıntılı bir insandım. Resim rahatlamama neden oldu. Duygu durumumu değiştiren iki şey var; biri kediler, diğeri de ellerimi kullanmak. Mesela, temizlik yapmalıyım, yemek yapmalıyım. Ellerimi kullanırken rahatlıyorum. Kedi severken rahatlıyorum. Bence herkes eliyle bir şey yapmalı. Yemek yapmayı bildiğim için çok mutluyum, iyi ki öğrenmişim. Bir tek şey için üzülüyorum, keşke dikiş dikmeyi de bilseydim.” (Ayşe Düzkan) 


Hafif kafadan sakat olmayanı para bozar
-Çağdaş sanat tuvali bir kenara bıraktı sanki. Halbuki siz tuval yapıyorsunuz?

Güncel sanatta tuval biraz kenara itildi. Ayrıca tuval resmi yapanlarda da bir tıkanıklık olduğunu düşünüyorum. Ama sanat fuarlarına bakarsak tuval hala çok revaçta. Kendi adıma sanatta tek bir kriter var. O da ortaya çıkan şeyin yaratıcı olması. Bir iddiası olması gerekiyor. Bu sadece söylemde olmamalı. Ortaya konan eser de bir iddia taşımalı. Hani çok ünlü bir hikaye var. Kül tablasının içinde izmaritler. Temizlikçi bunu çöpe atıyor. Sonra onun bir sanat eseri olduğu ortaya çıkıyor.

Çağdaş sanat dünyasında şöyle bir şey var.Bir eserin sanat olarak adlandırılması için birileri tarafından onaylanması, kabul görmesi gerekiyor. Ben güncel sanatçıları reklamcılara çok benzetiyorum aslında, ikisi de ironi temelinde, çok fazla emek olmayan belli bir trüğe, can alıcı noktaya dayanan işler yapıyor. Yakın sınıflardan insanların oluşturduğu ve birbirlerini alkışlayıp yücelttiği bir oyun bu.  Dinamikler de pek değişmez. Çok kurnaz ve sosyal değilsen seni aralarına almazlar. Çünkü kapitalizmin her zaman yeni bir şeylere ihtiyacı var. Hepsi kapitalizme çok karşıyız falan diyor ama o ilişkiler yumağı içinde var oluyorlar. Sömürüye karşıyım deyip de eserini galeri sistemine sokup bundan geçimini sağlarsan bunu da söylemek zorundasın, o ilişkiler ağının dışında gibi davranamazsın. Mesele şu aslında, geçinmek için para nereden geliyor?

Ben bir galeriyle çalışmanın kötü bir şey olduğunu düşünmüyorum. O bir aracıdır, onun bir müşteri portföyü var ve beni onlara tanıtıp satacak. Eserlerimin satılmasından gurur duyarım. Çünkü hayatımdaki her şeyi para vererek alıyorum. Sanat yapabilmeniz için bir boş zamanınız, ufak da olsa bir sermayeniz olması gerekiyor. Boş zaman için bir yerde çalışmamanız gerekiyor ya aileden bir geliriniz olacak ya da benim gibi çok iyi ev ekonomisinden anlayacaksınız, her şeyi ucuza getirmenin yollarını falan bulacaksınız. Bunları yapmazsanız sanatla uğraşamazsınız. Bir işçinin sanatla uğraşma, ilgilenme ihtimali çok düşük. Çoğu sanatçı para kazanmaya başladıktan sonra daha kötü işler yapıyor. Eğer hafif kafadan sakat ve takıntılı değilseniz para insanı bozar. Resimle ilgili böyle duygu durumsal bir bozukluğunuz yoksa çok rahatlıkla serebilirsiniz.

Ne iş yapıyorsanız yapın, kendi dünyanızı insanlara iyi anlatamıyorsanız, ‘pazarlayamazsanız’ başarılı olamazsınız. Diğer yandan sanat çok güzel bir vitrin. Sosyal sorumluluk projeleri bir şirketi tüketicilerin gözünde nasıl güzelleştiriyorsa, sanat da öyle. Bazen bir tür kara para aklama aracı bile olabiliyor. Mesela bazı ödüller veriliyor. Çünkü mesela ben buna 50 bin dolar fiyat biçtim, bunu kimse sorgulayamaz. Çünkü emeğin karşılığı daha soyut. Şirketler vitrinlerini düzenliyorlar bu şekilde, bir aktivite oluyor bu sayede. ABD’de bir eser bağışladığında vergiden epey düşebiliyorsun. Bir de kapitalizmde sürekli farklı bir şeyden para kazanma ihtiyacı duyuluyor. Sanat hem eğlenceli yöntemlerden biri, bir çeşit sosyal bir aktivite onlar için. 





Sanatta sadelikten nefret ederim
-Resimleriniz dünyanın herhangi bir yerinde yapılmış olabilir. Ve daha çok batı kültürüyle bağlantılı.

Bir anlamda bütün şu an deneyimlediğimiz kültürü onlar kurmuş, ben batılı kültüründen çok etkilendim ama bir yandan da yerel kültürler de çok ilgimi çekiyor. Onlarla ilgili bulduğum şeyleri paylaşıyorum, hem benim için çok eğitici oluyor, gözümü eğitiyorum. Hem de o insanların kültürünün aslında nasıl yok edildiğini ama aslında ne kadar güzel ve görkemli olduğunu görüyorum. Yeni çalışmalarda onları da kullanacağım.


-Farklı ülkelerin yerel kültürleriyle ilgilenmek sanki Avrupalıların hakkı gibi.

Beni eleştirenlerden biri beni çok Batılı bulduğunu, batı kaynaklı olduğumu söyledi. ‘Neden böyle?’ dedi. ‘Çünkü onları daha çok seviyorum’ dedim. Resimlerimin çok yoğun olduğunu söylemişti bana. E çünkü ben minimalizmden hoşlanmıyorum. Yoğun, görkemli, ilgi çekici şeyleri seviyorum. Mesela o İsa ile Meyrem figürleri vardır kiliselerde, onları seviyorum. Sadelikten nefret ediyorum, kendi hayatımda sevebilirim belki ama resimde sevmiyorum. Bu bir eleştiri olamaz ayrıca.


Bu topraklardaki kültür çok karışık
-Başka dallarda, mesela müzikte?

Bazı türküler beni etkileyebilir, mesela Neşet Ertaş’ın Yalan Dünyası ama Ertaş’ın her şeyini dinleyemem. Ben batılı bir eğitim aldım, hayatta beni ilk etkileyen şey, çocukluğumda Rodos’ta gittiğim kiliseler oldu. Onların görkemli yapısı, İsa bebeğin yüceltilmesi, onlarla ilgili hikayesel bir ortam yaratılıyor. Görsel etkileyicilik üzerine bir kültür zaten Hıristiyan kültürü. Hala gözlerim parlar anlatırken. O yaşta Hıristiyan olmuştum galiba ama bir hafta sürdü. Belli bir yaştan itibaren de hiçbir dine inanmıyorum ama bazen Allah’a inanasım geliyor, bazen gelmiyor. Yahudi kültürü de bana çok ilginç geliyor, hoşuma gidiyor. Onların soyutlama anlayışı çok gelişkin, o gelişkinlik hakikaten dünya kültürünü çok etkilemiş, her şeyin içinde o soyutlama hali var. Ben de dünyayı öyle anlamlandırmaya çalışıyorum.

Fakat Türk kültürü diye bir şey kabul etmiyorum, Orta Asya’daki Şamanizmi Türk kültürü olarak kabul edebilirim ama bizim burası çok karışık. Benim kuzenim Sagalasos kazısında çalışıyor. Oradaki köylüler çok yerleşik köylülermiş. Oradaki kemiklerde araştırma yapılmış, gen yapısı aynı. ‘Biz Hıristiyan mıyız şimdi?’ demişler. ‘Evet öylesiniz yani, şu an böyle olabilirsiniz ama…’ (gülüyor) Bunların üzerinde çok durmuyorum, beni etkileyen ne varsa onunla ilgileniyorum. Bu topraklardan çıktın oraya da bir bilmem ne koy fikrini benimsemiyorum, evrensel bir insanım, niye kendimi buranın kültürüyle kısıtlayayım ki?


Her şey kötü ve tabii ki daha kötü olacak
-Siz kendi resminizi bir yere koyar mısınız?

Resmim biraz sürrealizme yakın duruyor ama tam o da değil. Salt figüratif de diyemeyiz. Tuval resmi gibi de değil çünkü illüstratif bir mantıkla resim yapıyorum. Zaten posterleri çok seviyorum, Eski Doğu Bloku propaganda posterleri, sonra 50-80 yılları arası B movie afişleri... Onları yapan insanlar gerçek sanatçılar. O eski ustaların yaptığı şeylere de bayılıyorum, örneğin 1700’ler, büyük ve görkemli sahneler, büyük emek var, boyalarını kendileri yapmışlar. Acayip bir şey. O adamlar hakikaten çok iyi sanatçılar ve zanaatkarler aynı zamanda. Ama bir yandan da insanlar hep ‘Eskiden böyle değildi’ diyorlar ya. Hayır eskiden de böyleydi. Onlar da hayatlarını hamilerle idame ettiren sanatçılardı. Hepsinin bir hamisi vardı. Siparişle iş yapıyorlardı. Nedense sanat söz konusu oldu mu insanlar bir ikilemde kalıyor; saflık ve kurnazlık. O yüzden eskiden işler böyle değildi diyen insanları anlamıyorum. Tabii ki kötü olacak, daha da kötü olacak her şey.

Her şeyi para yönetiyor, böyle olmak durumunda. Fransız devriminden sonra burjuvalar hayatı ele geçirmeye başladı, soylu sınıf bir kenara çekildi, yok olmadılar ama bence artık şirketlerle işbirliği yapıyorlar. Onlar böyle bir düzen kurdu ve biz bu düzende yaşıyoruz. Paralar birleşiyor ama insanlar birleşemiyor ve birleşemeyecekler gibi geliyor bana. 





Sanatın merkezi neden Paris’ten New York’a kaydı?
-Sanat izleyicisi  ve tüketicisi olmak da parayla ilgili bir şey değil mi?

Sanat dünyasıyla sosyete yan yanadır. Özellikle New York’ta. Sanatın merkezinin Paris’ten New York’a kaymasının sebebi bu. Sanat dünyasıyla sosyetenin iç içe olması gerekiyor çünkü evlerin tablolarla süslenmesi gerekiyor. İkincisi sanat son derece kutsal bir şey ya, eleştirilemez kabul ediliyor. Bir sürü insan birçok şey için ‘Bu çok boktan’ demek istiyor ama diyemiyor çünkü sanat hakkında kötü bir şey söylemek ayıp kabul ediliyor. Öyle bir dokunulmazlık elde etmiş sanat. Melih Gökçek ‘Böyle sanatın içine tüküreyim’ demiş, bu üslubu ve cahilliği de kastetmiyorum elbette. Ama bazen bazı eserlerin(!) de çöp kadar değeri yok bence.

Sanatçı, böyle bir oyunun aktörü ya da aktiristi olduğu için kimse ona bir şey söyleyemiyor. Çünkü bu konu bir tabuya dönüştürülmüş durumda. Eğer sanat hakkında konuşamazsak ortak bir noktaya da ulaşamayız. İyinin de kötünün de hakkını vermek gerekiyor belli kriterler dahilinde. Çünkü bu matematik değil, suyu doldurduğun zaman bu doludur dersin ama sanat hakkında böyle bir şey söyleyemiyorsun, o kadar kişisel beğenilere ve bir yandan da manipülasyona açık bir şey ki.

Bir eser hakkında akademik bir konuşma da yapılabilir. Bence eleştirmenlik, küratörlük birer meslek ve ön plana çıkan insanlar. Onlar bunu meşrulaştırmak için sistemin yarattığı aktör ve aktrisler, sistemin onlara ihtiyacı var. Çünkü bir bolluk çağında yaşıyoruz ve sürekli eser üretimi var. Sürekli bir üretim halindeyiz, her konuda. Resim, film, müzik, o kadar çok şey üretiliyor ki. Bu üretim içinde bazı şeylerin öne çıkartılması lazım. Bu da sistemin içinde doğru adamlarla tanışmış, yeterli paraya sahip, öne çıkartılacak eseri olan sanatçılar, müzisyenler lazım. Medyadaki insanlar da bu işe yarıyor. Küratör ya da sanat danışmanı, medyayla öyle ilişki kuruyor. Orda bir röportaj yayınlatıyor, burada hakkında bir yazı yazılıyor.

Mesela New York’taki Modern Sanat Müzesi’ne biri gidip orada yemekler yiyor, kendi adamlarını bağlantılara sokuyor, çünkü hep bir adamlar var ilişki kurulması gereken. Onların yanında yıldızlar ve çömez sanatçılar var ve o insanları tanıdıkları için entegre oluyorlar sisteme. Artık nitelik sorgulanmıyor. Ne kadar iyi bir sunum yaparsan o kadar alıcı bulacaktır ve inanılırlık sağlayabilirsiniz böyle. Bir de bir şeyi ne kadar çok yinelerseniz bünye onu kabul ediyor. Nefret ettiğin şarkıyı söylemeye başlıyorsun mesela. Nöro-pazarlama falan var, insan beynini ele geçirmeyi biliyorlar. Sen dünyanın en güzel resmini yap, öyle bir şey de yok ama, onu onların kanallarına, o pazarlama o dağıtım ağına sokamıyorsan sen bir hiçsin. 


-Ya siz?

Millet sanıyor ben de ilişkilerle falan bir şeyleri hallettim halbuki tamamen kendi kendime yaptım. Ben özerk olarak nitelendirilebilirim, bir okuldan gelmiyorum, annem babam bu işlerin içinde değil, kendim girdim, kimseyi de tanımıyorum, çok yoğun çalışan, çok asosyal bir insanım. Genelde hayatım eşim Tolga ve kedilerim Pagan ve Sumo ile geçiyor. Kurnazlıkla yürütülen insan ilişkileri ağına hiç vaktim yok.


Yalnızlık ve yaratıcılık
-Yaratıcılık için biraz da böyle bir münzevilik gerekmiyor mu?

Gerekiyor. İzolasyon sayesinde kendi içinize dönecek zamanı yaratıyor ve oradan dışarıya çıkarttıklarınızı sanatınıza yansıtabiliyorsunuz. Ayrıca yapmam gereken o kadar çok iş var ki. Düzenli bir şekilde saatlerce resim yapıyorum. Bunun dışında herkes gibi gündelik hayatı sürdürmem için yapmam gerekenler var. Çok yoruluyorum aslında.


-Eşiniz müzisyen (Rashit grubundan Tolga Özbey), siz resim yapıyorsunuz, sizi besleyen bir sosyal hayatınız var mı?

Yok. İnsanlarla ilgili oldukça temkinliyim. Çünkü genellikle tanıştığım insanlarda kendilerini öne çıkartma isteği seziyorum. Sakin bir paylaşımdan çok, ben ne kadar harikayım, ne kadar süper fikirler buluyorum, aslında çok da güzelim ya da yakışıklıyım’ı öne çıkartmaya çalıştıkları ve çok temel dürtüleriyle ve altında da cinsellikle beslenen bir şeyin olduğunu düşünüyorum ve bu beni rahatsız ediyor. O ortamı sevmiyorum. Birilerinin yıldız olmaya çalıştığı ortamın bana vakit kaybettirdiğini düşünüyorum.


–Yaratıcı insanların çoğunda yüksek bir ego var ve o galiba gerekli.

Ben egonun sadece yaratım süreci için gerekli olduğunu düşünüyorum, öyle insanları çok itici buluyorum.


-Tolga ile böyle bir iletişim hissediyor musunuz, bir evde iki yaratıcı insansınız.

O eskiden daha sosyalmiş ama şimdi bana uyum sağlamayı tercih ediyor. Bir de biz 24 saat iç içeyiz ve aynı odadayız, salonda. Öyle yaşıyoruz.


-Birbirinizi besliyor musunuz?

Tabii ki. İlgi alanlarımız bir yanda benzeşiyor, bir yandan ayrılıyor. O bana bir şey bulduğunda gösteriyor, ben ona bir şey bulduğumda gösteriyorum. Biz aynı zamanda birbirimizin en iyi arkadaşıyız. Benzer müzikler dinliyoruz, şu ara Çin, Kuzey Kore müzikleri dinliyoruz, yerel müzikler dinliyoruz ama punk da, noise da dinliyoruz. Zaman zaman klasik müzik de. Tek bir türe bağlı kalmanın insanı körelttiğini düşünüyoruz.


-Facebook sayfanızda paylaştığınız işlerde ölümün olağanlaştığı şeyler var.

Evet özellikle öyle şeyler paylaşıyorum. Ben ölümü ve doğumu anlamaya çalışıyorum. Kendi varoluşumuzun ölümle bildiğimiz kadarıyla sonlanma durumunu anlamaya çalışıyorum. Ya da ölümden sonrasıyla doğum arasındaki ilişkiyi. Sanki bir daire var orada, biz o dairenin içinde dolaşıyormuşuz hissini yaşıyorum. Sürekli ölümle ilgili felsefe yapıyorum, resimlerde de. Dünyanın varoluşuyla ilgili de. Ölümün bu kadar hayatın dışına atılması, hastaneye konması falan, gözden uzak tutulması ve insanların buna tahammül edememesi ve yaşamın bu kadar kutsanması ve insanların ölüm karşısındaki çaresizliği ve onunla karşılaştıkları zamanki şaşkınlığı. Ben de korkuyorum, anne babamın, ağabeyimin, kedilerimin, Tolga’nın ölümünden. Tolga sanki hiç ölmeyecekmiş gibi geliyor tuhaf bir biçimde. (gülüyor)  


-Cenin kim, facebook sayfanızda eserlerini paylaştığınız Cenin’in arkadaşları kim?

Benim çeşitli hallerim, yansıtmak istediğim haller diyebiliriz ama o Cenin galiba benim. O bebek olan. Onlar da arkadaşlarım benim, bizim sanki apayrı bir dünyamız varmış gibi. Ayrıca insanlara ilham vermek istiyorum. Benim gözümle, beğenilerimle, dünyamın bir parçası olanları insanlara göstermek istiyorum. Bir de dışlanmış şeyleri sahiplenmek güdüsü var bende.

Türkiye’de sanat alanında yapılmaktan korkulan ya da vizyonsuzlukla yapılamayan eserleri, imajları paylaşmayı seviyorum. Türkiye’de çok hesaplı kitaplı her şey, çok da kolaycı. Mesela tuval üstüne kocaman, soyut bir karaltı. Evet belki birisinin hoşuna gidebilir ama bence bu çok çirkin, kolaya kaçmış ve emek fakiri. Ayrıca bu aşırı minimalist çalışmalar sizde bir şey uyandırmıyor, duygularınızı kabartmıyor, salt ev dekorasyon malzemesi. ‘Bunu ben de yaparım’ diyorsunuz. Evet yaparsın. Herkes yapabilir.

Çok da iyi bir kanaldan sokarsan piyasaya, süreklilik de sağlarsan sen de bir sanatçı olabilirsin. Sanatçı olmak yüceltiliyor, ama altını dolduracak bir yeterliliği ve donanımı göremiyorum ben genellikle. Genellemek de yanlış tabii ama hani ayinesi iştir kişinin derler ya o doğru. Bir sergiye gidiyorsunuz dolaşıyorsunuz, aklınızda bir şey kalmıyor, duygularınızda bir değişim yaratmıyor. İllüzyon yok bir de.

İllüzyon çok önemli bence. İllüzyon olmayınca sanat da etkisini kaybediyor. İllüzyon insanı büyüleyen şeydir, insanlar artık büyülenmiyor. İnsanlar bunu bir aktivite olarak görüyor. Alışverişe çıkmak gibi bir şey resim sergisi ya da bir sanat fuarı gezmek. Gerçi sanat fuarlarındaki bazı eserler hediyelik eşya fuarından fırlamış gibi. Halbuki sanatın özelliği insanları büyülemesi, bunu zihinsel olarak da yapabilirsiniz, duygusal olarak da. Etkileyici bir sanat eseri öyledir, etki altıda kalırsınız, ben kendi adıma bunu başarmaya çalışıyorum yoksa anlamsız gelir bana, insanları kandırmış gibi hissederim kendimi. Kurnazlık gibi. Zaten kimsenin onlarla ilgilendiği yok, kendileri birbirleriyle ilgileniyor, sanat dünyası kendi içine gömülmüş, bir yalanı yaşıyor. O yalan bir balon gibi büyüyor. Bu oyunu kendi aralarında sürdürüyorlar. Sanat izleyenlerin çoğu da kendisi sanatçı olmak isteyen insanlar. Herkes zaten fotoğraf çekiyor, herkes DJ. Ben buna karşı değilim, güzel bir şey bir yanda da, hele sosyal ortamlarda olmayı seviyorsanız insanlar ilgi gösteriyor falan, insanın hoşuna gidiyor. O insanlar da eserden büyülendikleri için değil o ortamda olmak istedikleri için gidiyor sergilere.

Eserlerin niteliğinden çok sanatçının yıldızlaştırıldığı bir sistemde yaşıyoruz. Böyle olunca o “yıldızlar” ne yaparsa oluyor, onaylanıyor, ama aklı başında herkes, olan bitene içten içe gülüyor. Reklam piyasası gibi hani, onun bir balonu vardı ya, şişti şişti sonra 1997’de bir atladı, 2000’lerde bir daha patladı. Sadece büyük şirketler kaldı. Şimdi reklam piyasanın yüzde 80’ini yabancı şirketler aldı ve yönetiyor. Kapitalizmin olayı bu, yeni teknolojilerle yeni meslekler doğuruyor. Çünkü orayı da birinin yönetmesi lazım. 


Röportaj: Ayşe Düzkan

Resim-1:

Frankeden
100x70 cm, tuval üzerine karışık teknik, 2012

Resim-2:

Rendering the invisible visible
150x175 cm, tuval üzerine karışık teknik, 2012

*Ressam Burcu Çorbacı'nın izni ile kullanılmıştır.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.