Açlık Grevlerinin Ardından
![]() |
- GÜLAY TÜRKMEN DERVİŞOĞLU - |
Herkes ‘barış’ı bekleyedursun ben gördüklerimi yazayım istedim. Bu yazıda öyle uzun analizler yok. “Açlık grevleri neden başladı neden bitti”, “amacına ulaştı mı”, “Öcalan’la MİT arasında gizli görüşmeler oldu mu” gibi sorulara cevaplar veya en azından cevaplama girişimi de yok… Bu yazıda sadece şu son bir hafta içinde gördüğüm, aslında varlığından haberdar olup da bu kadar yakinen tanışmışlığım olmayan devletin ceberrut yüzü var. Çevik kuvvet ve biber gazı var. TOMA’lar ve Akrep’ler var. Bir şehrin kuşatılmışlığı var.
Diyarbakır ‘ses’ veriyor
Bir hafta önceye gidelim, 12 Kasım’a. BDP’nin açlık grevlerine destek için bölge halkına yaptığı çağrının ardından bölgedeki pekçok şehir gibi Diyarbakır’da da başlayan destek eylemlerine. Ofis semtindeyiz, saat akşam 7 civarı. Oturduğumuz kafe Ekinciler Caddesi üzerinde. Hemen karşımızda Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun erkek yurdu var. Saatin 7 olmasıyla birlikte ışıklar söndürülüp mumlar yakılıyor erkek yurdunun camlarında. 4-5 kişilik bir grup yurdun kapısının önüne iniyor, yurtta kalan diğer öğrenciler ise balkonlara doluşuyor, sloganlar atmaya başlıyorlar: “Direne direne kazanacağız!”, “Bijî berxwedana zindana!”, “Amed uyuma, onuruna sahip çık!”, “Siyasi tutsaklar onurumuzdur!”… Kafede oturan tüm müşteriler gibi biz de merakla cama yöneliyoruz. BDP’nin çağrısından haberdarız elbet ama Ofis gibi Diyarbakır’ın en apolitik, en az eyleme sahne olmuş semtlerinden birinde böyle bir eylem beklemiyoruz galiba hiçbirimiz, şaşkınlığımız bundan. Camdan beş-on dakika izliyoruz olan biteni, sonra dayanamayıp dısarı çıkıyoruz. Yurdun hemen karşı kaldırımında 50-60 kişilik bir grup toplanıp sloganlara eşlik ediyor, alkışlar ve ıslıklarla destek veriyorlar öğrencilere. Saat 8’e kadar devam ediyor eylem, bu sırada göstericilerin sayısı da 90-100’e ulaşıyor. Ortalıkta polis yok (en azından üniformalı polis yok; muhtemelen önümüz arkamız sağımız solumuz sivil polis).
13 Kasım Salı. Saat yine 7. Yine Ofis’teyiz. Ara sokaklardan Ekinciler’e doğru ilerlerken 10-15 kişilik küçük gruplar halinde yürüyen, slogan atan, ellerindeki cezve, tencere ve tavalara kaşık çatal ile vurup ses çıkartan vatandaşlari görüyoruz. Yürüyüş yapanların sayısı çok olmasa da ortalık sesten yıkılıyor, zira eyleme evlerinden katılanların sayıları çok fazla. Balkon demirlerine, tencere ve tavalara vurarak destek veriyorlar bu protestoya, araç sürücüleri ise korna çalarak… Bu sefer etraf polis dolu: Çevik kuvvet. TOMA’lar ve Akrep’lerle gelmişler. 5 dk geçiyor geçmiyor bir TOMA geçiyor önümüzden, yanıbaşımızdaki sokakta toplanmış bulunan 10-15 kişilik grubu dağıtmak için tazyikli su sıkmaya başlıyor. Hemen ardından bir Akrep’ten gaz bombaları atılıyor. Çil yavrusu gibi kaçışıyor herkes, tabii biz de. Zaten gideceğimiz kafenin önüne gelmişiz, hemen içeri giriyoruz. Her yerde polisler var, kimi yakaladıkları gençleri gözaltına alıyor, kimiyse korna çalan arabaları susturmak için cadde ortasinda dikilip ellerindeki copları “bekleme yapma, geç” anlamında hızlı hızlı indirip kaldırıyor. Muhtemelen Ofis’teki diğer sokakların hali de böyle. Bu sırada bir arkadaş arıyor, “Bağlar sesten inliyor” diyor. Polisin Ofis kadar kolaylıkla müdahale edemediği semtlerden biri Bağlar, Diyarbakır halki için “direnişin kalelerinden”.
Biber gazı ve iki kilo limon
16 Kasım’da yine Ofis’teyiz. Geçmemiz gereken sokaklardan birinde ateş yakılmış olduğunu göruyoruz, ateşin çevresindeki gençler slogan atıyor. Kameraya aldığım için yavaş ilerliyorum, yanımdaki arkadaşlar tam “hadi biraz acele edelim, her an polis gelebilir” derken bir gaz bombası atılıyor, sonra bir tane daha… Hemen yanımızdaki bir kafeye sığınıyoruz ama nafile... Gaz kafenin içine de giriyor. Hepimizin gözleri kıpkırmızı, ağzımızda acı bir tat. Garson çay getiriyor, yanında da limon. “Bu sefer hiçbir masraftan kaçınmamışlar” diyor, “çok tesirli bu seferki gaz”. Gülüşüyoruz. “Kapıya yakın masalardan birinde oturduğumuz için gaztan daha fazla etkileniyoruz” diye düşünüp arkadaki masalardan birine geçiyoruz. 3 dk sonra arka tarafa da ulaşıyor gaz. Yapacak bir şey yok, çaresiz bekliyoruz kafede. Dışarısı çevik kuvvetle sarılmış durumda. “Sokakta zaten kimse kalmadı, niye hala burdalar” diye düşünürken yine gaz bombası atılıyor, peşpeşe 3-4 kez. Bekliyoruz. Bu sırada yanımızdaki Diyarbakırlı arkadaş bir hikaye anlatiyor: “2006 yılındaki olaylarda eylemlerin olduğu bölgeden iki kilo limonla geçen 60-65 yaşlarındaki bir teyzeyi gözaltına almış polis” diyor, “ve iki yıl tutuklu yargılanmış kadın, ‘terör örgütüne destek’ten. Tek delil iki kilo limon. Biber gazına karşı kullanılmak üzere alındığını iddia ediyor polis, teyze ise ‘evde hasta oğlum vardı, limon sıkıp ona içirecektim’ diyor. Sonunda beraat ediyor ama hayatından iki yıl çalınmış olarak”…. Susuyoruz, denecek bir sey yok çünkü. Yaklaşık 40 dk kadar bekledikten sonra ortalığın sakinleştiğine karar verip hep beraber çıkıyoruz kafeden, evlere dağılıyoruz.
Yer gök polis!
17-18 Kasım’da BDP’nin çağrısı üzerine kepenk kapatma ve iki günlük destek grevi var Parkorman’da. Cumartesi sabahı bir arkadaşla telefonda konuşuyoruz, “Parkorman’a gittik, tüm girişler tutulmuş” diyor, “çevre illerden, İstanbul’dan polis takviyesi yapılmış, yer gök polis!” Sonra Diyarbakır’ın OHAL günlerindeki gorüntülerini aratmayan, bomboş sokaklarda yalnızca Akrep’lerin ve özel harekat polislerinin görüldüğü fotoğraflar düşüyor haber sitelerine. Her ne kadar gerçeği yansıtsa da o fotoğraflar, başka bir gerçek de şehirde hayatın devam ediyor olduğu. Öğlene doğru Dağkapı Meydanı’na çıkıyorum, yaşlı amcalar banklarda oturmuş, aileler çocuklarını salıncaklarda sallıyor, tek tük de olsa seyyar satıcılar var etrafta, kuşatılmış da olsa şehir, yaşam devam ediyor işte. Valilik tarafına doğru yürüyorum, dükkanların kapalı olması dışında hiçbir olağanüstü durum yok, polis ve asker de yok etrafta. “Tüm polisleri Parkorman tarafına gönderdiler herhalde” diye düşünüyorum.
Akşam saat 6 gibi, açık olan nadir yerlerden Hasanpaşa Hanı’na gidiyoruz, muhabbet edip çay içtikten sonra 8’e doğru dışarı çıkıyoruz. Çıkmamızla havadaki biber gazını solumamız bir oluyor. Atkıları, şalları sarıyoruz burnumuza, ağzımıza. Neyse ki bir arkadaş araba ile gelmiş, hemen arabaya doğru ilerliyoruz. Arabaya binip Balıkçılarbaşı’na döndüğümüzde gördüğümüz manzara şu: İki küçük çocuğa üç tane Akrep’ten yaklaşık dört tane gaz bombası atılıyor. Akrep’ler yolu kapatmış olduğu için yolun açılmasını bekliyoruz. Bu sırada bir gaz bombası daha atılIyor boş sokağa. İşin tuhafı, sanki tüm bu olup bitenler normalmiş gibi, sanki az evvel gordüklerimiz bir savaş sahnesi değilmiş gibi davranıyoruz hepimiz. Polis hakkında, Diyarbakır’da yaşamak hakkında espriler yapıp gülüyoruz. Herhalde akıl sağlığını korumak için böyle yöntemlere başvuruyor insan bu tür durumlarda.
Grev sona ererken…
“Yarın ne olacak, açlık grevleri nasıl sonuçlanır” diye konuşurken Öcalan’ın açıklamasından haberdar oluyoruz. Sonrası hep merak: acaba cezaevlerinden ne yönde bir açıklama gelecek, acaba mahkumlar ne diyecek? Bu soruların cevabını öğrenmek için sabahı beklememiz gerekiyor. Neyse ki mahkumlar açlık grevini sonlandırdıklarını söylüyorlar. Derin bir “oh” çekiliyor tüm şehirde.
Bu bir haftadan benim hatırımda kalansa ileri demokrasiden polis şiddeti manzaraları oluyor. Hiçbir şekilde şiddet kullanmayan eylemcileri dağıtmak için her seferinde biber gazı ve tazyikli su kullanarak müdahale eden polislerin manzaraları. Her hatırladığımda boğazımda bir yanma, biber gazının tadı ağzımda…. Ama sonra İdris Naim Şahin’in açıklaması geliyor aklıma, rahatlıyorum ister istemez: “Kullandığımız biber gazı tamamen organik”. “İleri demokrasi ne iyi bir şey” diyorum kendi kendime, “devlet halkının sağlığını öyle önemsiyor ki biber gazının bile organiğini kullanıyor. Allah bu devleti başımızdan eksik etmesin!”
Gülay Türkmen-Dervişoğlu
19 Kasım 2012 / Diyarbakır
(Foto-1: Zübeyde Sarı)
YORUM YAZIN