Türk-İslam Dilemnası ve Sağın Monobloklaşması
![]() |
| - KANSU YILDIRIM - |
Keşke İdris Naim Şahin de yalnızca bir şaka olsaydı değil mi?
Murathan Mungan[1]
Roboski Katliamı mevcut siyasi iktidarın belki de 10 yıldır
altından kalkmakta zorluk çektiği, bunun için değişik yapay gündemlerle
yoğun manipülasyon yaratmaya çalıştığı kırılma noktası denilebilecek
Olaylardan birisidir. Sadece, istihbarata dayalı askeri-teknik bir
“hatanın” sonucunda 32 Kürt vatandaşın roket saldırısıyla yaşamını
yitirmesi değildir, buradaki Olay. İşin esası, Katliam sonrasında devlet
kademelerinin takındığı tutum ile şuana kadar devletin yürüttüğü
söylemsel formasyonun çelişerek AKP yörüngesinde aklayıcıların elini boşa düşürmesi, bir tür “takke düştü kel gözüktü” durumudur. Çünkü uzunca bir zamandır hegemonyanın transforme
ettiği liberal-sol-demokrat kadrolar, AKP’nin klasik “devlet aklını
terk ettiğini”, hatta bu “devlet aklına karşı savaş açtığını”, hatta ve
hatta AKP’nin “yeni bir devlet aklı inşa ettiği” üzerine argümanlar
üreterek hem AKP’nin entelijansiyasını oluşturmaya çalışıyorlardı; hem
de AKP’ye muhalif toplumsal ve sınıfsal söylemleri bertaraf etmek için
dalgakıranlar yerleştiriyorlardı. Ne var ki, ilk başta denildiği gibi
her şey Roboski’ye kadardı.
AKP, 2011 seçimlerinden sonra bazıları için değişmişti. Önceden
çoğulcu-sivilci-demokrat öğelerden siyasi tripodu kaldırıp, daha
monist-otoriter-muhafazakâr bir tripod getirmişti. Örneğin Başbakan’ın
hükümetin açılımlarının iyi veya kötü devam ettiği bir dönemin ertesinde
05 Mayıs 2012’de Adana’da yaptığı bir konuşmada “Ben 4 tane kırmızı
çizgimizin olduğunu söyledim. Neydi o dört temel çizgi? 1) Tek millet 2)
Tek bayrak 3) Tek din 4) Tek devlet” [2] cümleleri meşrulaştırıcı kadrolar için anlamlandırılabilecek
türden değildi. Önceden olsa her şeyi anlamlandırabilenler bu sefer
yeni bir lügatçe veya dağarcık oluşturmakta zorluk çekiyorlardı.
Başbakanın pimi çekilmiş bombayı ortaya koymasından sonra bu
söylemlerini AKP’nin değişim söylemleriyle mukayese edenler, AKP’nin
devletin yönetim iradesine içkin milliyetçi ideolojiye tekrar
sarılmayacağını/sarılamayacağını düşünüyorlardı. Böyle bir beklenti
içerisinde olanlar 2011 seçimleri sonrasında değişimin (ve “ileri
demokrasinin”) turnusol kâğıdı olan Roboski Katliamı ile soğuk duş
aldılar. AKP, Roboski ertesinde devletin teknisist dili ararcılığıyla
tazminat ödeme eşliğinde özür dilediğini söyledi ve Olayı geçiştirdi.
Ancak gerek AKP’den beklentisi olanlar gerekse AKP’ye karşı olanlar, bu
hamleyi yeterli görmedi. İki farklı düzeyin ortaklaştığı nokta, yeni bir
söylem getirileceği veya tutum takınmak zorunda olacakları idi. Nitekim
daha da beteri oldu; AKP içerisinden konuya ilişkin söylemlerin sertlik
derecesi arttı. Kronolojik olarak örneklerle konuyu ilerletelim.
İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, konuyla ilişkili birinci derecede
sorumlu olan bir kamu görevlisi sıfatı ile NTV’deki konuşmasında
köylülerin “kaçakçı” olduğunu da hatırlatarak, “Hayatlarını kaybetmemiş
olsalar ve sağ ele geçirilmiş olsalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı”
açıklamasında bulunmuştu. Bakan, konuşmasında kaçakçılık ile PKK (ve
finansmanı) bağlantısı ayrıca vurguladı. Şahin şu sözlerle katledilen 34
köylünün PKK ile ilişkilerinin olabileceği iddiasını ortaya attı:
“Örgütün para hareketinin kaynaklarından birisi kaçakçılıktır. Orada 34
insanımız bu olayın sadece figüranlarıdır. Filmin senaristi,
başoyuncuları var. Orada figüranlara takılıp kalıyoruz. Büyük film
bölücü terör örgütünün yönettiği kaçakçılık olayıdır. Bu gençlerde oraya
götürülüp kaçakçılık yaptırılmıştır. İstihbarata yönelik yanıltma oyunu
da olabilir, arka tarafında zamanla belki aydınlanacak. O 34 insanla
bir yere kadar gelip sağ olarak dönen insanlarda olabilir terör
örgütünden. Bu çok eksik bir tartışma oluyor”.[3]
Naim Şahin’in bu açıklamasındaki her bir söz Roboski’nin yasının
dinmesine fırsat vermeden yaraya dökülen tuz damlaları gibi etki
yarattı. Bunun üzerine meşrulaştırıcılar ve ısrarlı bir beklenti içinde
olan klikler, AKP’nin otokontrol mekanizmalarını işleterek konuya
sağduyulu yaklaşacakları hakkında kaynağı belirsiz bir umut ışığı yaktı.
Özellikle ilk tepkinin parti içinden belirli bir kesimin
sözcülüğünü yapan Hüseyin Çelik’ten gelmesi beklentileri görece
karşıladı: “Sayın Bakanın dünkü üslubunu ve yaklaşımını doğru
bulmuyorum, ayrıca insani de bulmuyorum”[4].
Söz konusu açıklamanın asıl işlevi ise AKP’nin heterojen omurgasını
dağıtabilme ihtimaline karşı Şahin’in görüşlerinin absorbe edilmesi, bir
tür “günah çıkarma” hamlesiyle mevcudun korunmasıydı. Bu durum “iyi
polis-kötü polisi” oynuyorlar şeklinde tam yorumlanacaktı ki, “nokta”
Başbakandan geldi: “Ama bu bölgenin terör bölgesi olduğunu da söyledik.
Kimsede kalkıp sınır boyu kaçakçılığı yapanların yaptığı kaçakçılığı
meşru gösterme gayreti içine giremez” dedi ve ekledi “Yok şöyle özür
dilensin böyle dilensin. Atılan adımlarla o özürlerin dilendiği açıktır.
Zorla gündemde tutanlar terör örgütü ve uzantılarıdır”[5].
Kimse acının üzerine sertleştirilmiş söylemler gidileceğini tahmin
etmezken “karizmatik liderlik” figürünün kolaylaştırıcılığı vasıtasıyla
Başbakan Erdoğan’ın İçişleri Bakanına sahip çıkması gerçekten “ezberleri
bozdu”.
Kronolojik söylem listesinin kapanışı ise hardcore siyasi
aşamaya geçtiğimizi ve söylem savaşlarına başlangıç işareti verildiğini
kanıtladı. Gerçekten de burada Fredric Jameson’un kullandığı biçimiyle söylemsel mücadele yürütülmekteydi ve amaç, ideolojik çatışmalardan farklı olarak rakibi itibarsızlaştırmaya yönelikti.[6]
AKP’nin 4’üncü Olağan İstanbul İl Kongresinden konuşan Erdoğan,
Roboski’nin üzerine giden BDPli vekilleri işaret ettiği “Çok da ağır
konuşacağım. ‘O emri hangi hayvan verdi?’ diyenler, Uludere olayında,
olayın hemen arkasından zil takıp oynayanlar, ‘dağdakiler inmesin’
diyenler, ‘savaşta olur böyle şeyler’ diyenler, bu sıfata dahi layık
olmayanlar nekrofillerdir. Yani ölü sevicilerdir.” cümleleri ise Türkiye
siyasi tarihinde siyasal özne/faillerin birbirini itham ettiği yeni
eleştirel konseptin kapısını açtı.[7]
Peki, AKP’nin Roboski ile mi bir anda siyasi dilsel kurgusu
milliyetçi tona büründü? Bunu cevaplamak için öncelikle AKP’nin
söylemsel kompozisyonunda kimlerin yer aldığına bakılmalı ve söz konusu
ifadelerin kimlerce kurulduğu incelenmelidir. Başbakanın son
zamanlarında yükselen milliyetçi aurasını takip eden, destekleyen,
besleyen parti içinde öne çıkmaya başlayan isim İdris Naim Şahin’dir.
Ama öncelikle şunu hatırlatmakta fayda var: Anaakım siyasi tarihte ismi
duyulmuş olsun ya da olmasın milliyetçi ideolojinin sarmalı içinde
kendisini gösteren siyasilerin pek çoğu klonlanmış izlenimi yaratır.
Olaylar ve/veya olgular karşısında takındıkları tutum, mütemadiyen bir
takım kutsal değerleri muhafaza etmenin nevrotikliği dâhilinde
söylemlerinde cisimleşir - psikopatalojik durumlarını gündelik yaşama
yansıtmaya çalışırlar. Ve söylemler hangi siyasi cenahtan olursa olsun
aynı söylemsel düzeyden yükselir. Çünkü söylemlerinin yükseldiği zeminin
maddiliği -onlar için biricikliği yanında- evrensel-basmakalıp
değerler manzumesinden beslenir. Azgelişmiş, çok gelişmiş, gelişmekte
olan tüm toplumsal formasyonlarda milliyetçi ideoloji eşdeğer
refleksleri verir; sanki aynı tornadan geçmişçesine…
***
İdris Naim Şahin’in AKP içinde ve AKP aracılığıyla temsil ettiği
siyasal eğilim -özellikle şu günlerde- kritiktir. Çünkü Şahin, AKP’nin
milliyetçilik ideolojisindeki boşluğunu dolduran ve yükselten bir aktör;
söylemsel düzeyde milliyetçi oyların çekim merkezi oluşturmaya yönelik
bir isimdir. Ki, zaten AKP’ye bu kontenjandan dâhil olmuştur. Şahin,
gerek kamu görevlisi sıfatıyla, gerekse kendini ifade ediş tarzıyla 1980
öncesi milliyetçi ideolojinin ana ekseninden bugüne sıçramış izlenimi
uyandırmaktadır. Örneğin, Naim Şahin’in Hocalı Katliamının 20. yıl
anmasında yoğun ksenafobik ve ırkçı gösteriler altında yaptığı
konuşmadaki “Bu kan, o günden bu yana yerde kalmadı ve kalmayacak”[8]
cümlesi, AKP’nin çok-çıkarlı yapısı içindeki milliyetçi
oyları/eğilimleri toparlayacak bir siyasal aktör olduğunu
cisimleştirmiştir. Takip edildiğinde Naim Şahin’in, milliyetçi
ideolojiye referansı ampirik Benliği üzerinden de devam
etmektedir. Bir televizyona verdiği röportaja siyasal geçmişini sağcılık
ve militanlık kavramları ile harmanlayan Şahin, “Kırma, dökme olmadı
ama kavga oldu” demiş ve “Militan değil de ‘Light’ militandım”[9]
ibaresiyle ideolojik açıdan milliyetçiliğe biatini sunmuştur/
görmeyenlere göstermiştir. “Ülkücü militan” kimliğini “farklı” bir
siyasi kurumda ve yapıda olmasına karşın inkâr etmeyerek yineleyen
Şahin’in aynı konuşmasındaki “Devlet sevilir, devlet sahiplenilir.
Devlet yanlış yapmaz” ifadesi de dikkat çekicidir. Milliyetçi
ideolojinin devlet kutsiyetini belirtmekten öte bir durum vardır. Çünkü
“ceberut devlete savaş açan” AKP’nin devletin kemikleşmiş “totoliter”
yapısını ifşa çabalarına karşın Şahin’in devleti mutlak olumlaması bir
çelişkidir.
Çelişkiler yumağı içerisinde Başbakan’ın Şahini sahiplenmesine
ilaveten Ergenekon Davasına bakan İstanbul 13’üncü Ağır Ceza
Mahkemesi’nin AKP’ye müşteki sıfatı ile gönderdiği soruya AKP’nin
verdiği cevap, Şahin’in kolektif temsil kapasitesini bir kez daha
ortaya koymuştur: “Adalet ve Kalkınma Partisi adına müşteki olarak
nitelendirilen kişi Genel Sekreter sıfatıyla partiyi temsile yetkili
olan İdris Naim Şahin’dir. … Kanaatimizce bireysel olarak şikâyet
dilekçesi veren diğer kişiler sehven iddianamede Adalet ve Kalkınma
Partisi temsilcisi olarak yazılmışlardır”[10].
Ergenekon gibi AKP’nin kendisinden önceki hükümetlerden farkını ortaya
koymak amacıyla göstermelik sınır çizgisi oluşturmasına yarayan bu dava
dalgaları, (tarihin en büyük örgütlü gücü olan) devletin iç dengelerini
yeniden tesis etmeye yaraması ve yeni ekonomik-siyasi-ideolojik-kültürel
söylemsel zeminlerini de kalıcılaştırmaya hizmet etmesi bağlamlarında
AKP’nin cansuyudur. Temsilci olarak Şahin’in atanması, diğer isimlerin
“sehven” yer alması AKP’nin hegemonya denklemindeki bilinmeyen
sayılarını azaltmaktadır.
Bilinmeyenlerden birisi, AKP’nin “sunduğu” devletçi dili kırma
çabaları ile çelişen Şahin’in açıklamalarına karşın kabinede tutulma
nedenidir. Ancak bu bilinmeyen Bahçeli’nin Roboski hakkında açıklamaları
sonucunda bir nebze netlik kazanmıştır. “Sayın İçişleri Bakanı,
demokratik açılım zırvasıyla meşgul olan bir önceki İçişleri Bakanı'ndan
oldukça daha başarılıdır”[11]
diyen Bahçeli birkaç gün sonra partisinin grup toplantısında “İçişleri
Bakanıyla uğraşmak PKK’nın değirmenine su taşımaktan farksızdır.
Bakan’ın çıkışları yüreklere su serpmiş ve takdir toplamıştır” diye özel
bir not düşmüştür. Bahçelinin konuşmasında sarf ettiği “ölenlere
methiye düzenler” ibaresi Başbakan’ın “nekropili” söylemini
pekiştirerek, ilerleyen dönemin siyasal izdüşümüne ilişkin ipuçları da
sunmaktadır. Bahçeli’nin Naim Şahin’i destekleyerek AKP içerisinde
çatlak yaratma ya da milliyetçi oyları çoğaltma gibi hangi gerekçeleri
olursa olsun, Şahin’in temsil ettiği pozisyonu kuvvetlendirerek, AKP’nin
yürüteceği etnik ve mezhepsel söylem savaşları ile toplayacağı puanları
arttırdığı ortadadır. Daha doğrusu 2000’lerin başından itibaren
hegemonik düzlemi inşa ederken AKP tarafından özel bir önem verilmeyen
ve AKP ile pek fazla özdeşleştirilmeyen bir ideolojik varyasyona ağırlık
verildiği kendini iyice hissettirmiştir.
***
AKP’nin -kuruluşundan itibaren- siyasal ve toplumsal iktidarı
hedefleyen icraatlarına ve söylemlerine dair yapılan değerlendirmelerin
büyük çoğunluğu bir “hegemonyanın tesisi” analizi etrafında gerçekleşir.
Bu değerlendirmeler kimi zaman açık, kimi zaman örtük olmasına karşın,
haklı bir şekilde AKP’nin hangi tür araçları/devlet aygıtlarını veya
siyaset-bürokrasi kurumlarındaki olağandışı gelişmeleri
operasyonelleştirdiğine kilitlenir. Şurası açık ki, AKP’yi AKP yapan
niteliklerle ilgili tüm sosyalist değerlendirmeler görece ya da kesin
gerçeklikleri içinde barındırmaktadır. Çünkü AKP’nin siyaseti hangi
parametreler eşliğinde dilsel olarak kurguladığı yahut toplumsal üretim
ilişkilerine hangi devlet aygıtlarını kullanarak müdahil olduğu,
şüphesiz maddi bir gerçeklikten beslenmektedir. Bu noktada AKP’nin
toplumsal formasyona yön verme kapasitesini ne tür bir ideolojik
zeminden söylemler eşliğinde geliştirdiği önem arz etmektedir.
Althusser’den bu yana biliyoruz ki ideoloji, toplumsal/gündelik
yaşamdaki somut kadın ve erkekleri biyolojik varlığının ötesinde
aidiyetlerini içerecek biçimde “sarmalayan” ve “çağıran” bir tür
pratikler bütünüdür.[12]
İdeolojinin toplumsal üretim ilişkileri ile ilişki halindeki “doğası”
toplumsal dengeleri biçimlendiren tüm kurumsallıkları sarmalamakta ve
çağırmaktadır. Bu bağlamda AKP, Türkiye siyasi tarihindeki radikal
ve/veya merkez sağ siyasetin kolektif-klientalist heterojen ittifakı
olarak sürdürülebilirliğini garantileyecek bir dizi ideolojinin de
taşıyıcısıdır (-taşıyıcısı olmak zorundadır). Sol siyasetlerce yapılan
analizlerde 1980 darbesinin ideolojik ve kültürel meşrulaştırıcısı
olarak inşa edilen Türk-İslam Sentezinin[13]
ve bunun aktüel siyasetteki söylemsel formasyonunun, AKP’nin bugünkü
mayası olduğu söylenir. Gerçekten de AKP, neoliberal siyasetin ve bunun
toplumsal sınıflar üzerinde “tahakküm” oluşturmasına yarayan siyasaların
zeminini Türk-İslam Sentezinden yükseltmektedir. Ne var ki AKP,
kitlelerin algı ve bilişsel düzeylerini maniple etmeye yarayan bu
ideolojik eklektikliğin dozajını konjonktürel olarak ayarlamaktadır.
İlk iktidarında “değişim” eksenli söylemlerle kitlelerin karşısına
çıkan AKP, ikinci iktidarında yine “değişimi” kullanmıştır. Söz konusu
değişim, ilk iktidarın kendisini topluma sunma stratejisi halinde,
farklı toplumsal sınıfların formel siyasetteki rızasını teminine yönelik
özselliğe vurgu yaparken, ikinci değişim söylemlerinde, parametresini
devlet içindeki mevcut ve hakim ideolojik kanatlara yoğunlaşılmıştır. Bu
bağlamda bir dizi kurumsal yenilenmeye ağırlık vereceğini her seferinde
yinelerken kitlelerin desteği için din, eğitim, sağlık, hukuk, güvenlik
gibi devlet aygıtlarını kullanabildiği oranda kullanmış;
kullanamadıklarını ve kullanım-dışı olanları tasfiye etmeye dönük
yürütme gücünü devreye sokmuştur. Malum bu tablo 12 Eylül Referandumu
ile “taçlanmış”, üçüncü iktidarın yolunu açmıştır. AKP, üçüncü kez
iktidar olduğu son seçimlerde de değişim söylemini işlevselleştirmiş;
ancak bu söylemi destekleyecek başka bir argüman geliştirmiştir:
“istikrar”. Makroekonomik veriler ve istatistiğin desteği ile değişimin
olumlandığı bu aşamada ampirik düzeydeki istikrar vurgusu, AKP’nin
taşıyıcısı olduğu kodları topluma kazımak için genel bir meşruiyet
sağlamıştır. Ancak şuana kadar çizdiğimiz tablo son derece yüzeyseldir.
Çünkü AKP’nin tanıtlayıcıları arasında kitlelerdeki önkabulleri
hedefleyen ve bu sayede verili bir siyaseti güdülemesine yarayan hazır
ideolojik formasyonlu şablonlar vardır. Bunlar milliyetçilik ve
İslam’dır.
***
Therborn’a göre milliyetçilik “kapsayıcı-tarihsel” ideoloji
kategorisindedir. Biraz daha açarsak bireylerin hangi etnik grup, ulus,
köy, kabile ve mezhebe ait olduğuna dair betimlemeler üreten
ideolojilerdir. İslam ise bir din ideolojisi olarak
“kapsayıcı-varoluşsal”, yaşamın anlamına, yaşamda iyi ve kötünün ne
olduğuna ve insani varoluşta neyin olanaklı olduğuna dair sorulara cevap
veren mitoloji, din, laiklik gibi ahlaki ideolojileri kapsar.[14]
Belirtilmesi gerekir ki, bu analitik ayrımda yer alan ideoloji
tipolojileri yeknesak ve bu betimlemeye her zaman uymaz çünkü somutta
saf haliyle görünür olmazlar. Farklı taşıyıcıların yani kurumsal ve
kişisel aktörlerin aracılığıyla belirli bir zamanmekanda, belirli bir
toplumda yeniden biçimlenirler/yeniden üretilirler. Şimdi AKP’nin bu iki
ideoloji üzerinde yükseldiğini anlamak daha kolay olabilir çünkü
“kapsayıcı” ideolojiler, kitlelerin spesifik olarak belirli bir grubuna
odaklanmayarak ve daha da önemlisi bireylerin özel olarak
içselleştirmesi için ekstra çaba sarf etmesine gerek olmayan
ideolojilerdir. Kapitalist üretim tarzında ailenin düzenlenişinden
bireyin kamusal alanda kimliği ile cisimlenişine kadar bir dizi
pratikler ve söylemler aracılığıyla birey bu iki ideoloji tipinden ya
birine ya da her ikisine farklı oranlarda entegre olur.
Milliyetçilik ve din ideolojilerini kullanan siyasetlerin devleti
algılayış/algılatma konseptleri de önemlidir. Genellikle devlet Weber’in
düşünce çizgisine uygun, “zorunlu” ve “toprak (teritoryal) temelli” bir
örgütlenme olarak görülür.[15]
Bu tarz siyasetlerde devlet konsepti, özgül bir toprak parçasındaki
baskı pratikleri kadar milliyetçi ideolojiyi besleyecek kan bağı
pratiklerini de içerir. Bu nedenle “devletin yüceliği” kadar devletin
coğrafik bedeninin (geobody) organizmasını oluşturan toplumun,
varoluşsal mahiyeti özel olarak yeniden üretilmelidir. Toprak temelli
kan bağı söylemi üzerinden sağlanmaya çalışılan aidiyet örgütlenmesi,
ideolojik açıdan benzer bir algı düzeyinin egemen olmasında kolaylık
sağlar; haliyle egemen sınıflar için bu yönetilebilirliğe delalet eder.
Din ideolojisi ise söz konusu yönetilebilirlik aşamasında bir devletteki
coğrafik eşitsiz gelişmeleri, bir toplumdaki özgül sınıfsal
eşitsizlikleri görünmezleştirmeye yarar. Mülkiyet ve sömürü ilişkileri
sıklıkla bu iki ideolojinin saf halinde değil; devlet aygıtı içindeki
yeniden ayarlanmaları ve toplumsal formasyona tatbiki ile devreye
sokulur.[16]
***
AKP’nin Cumhuriyet tarihinin sui generis siyasal aktörleri arasında yer almasını sağlayan, bu iki ideolojiye hem kendisinin eklemlenebilmesi[17],
hem birbirine eklemleyebilmesi, hem de toplumsal formasyonda bu iki
ideolojinin yeniden üretimindeki hüneridir. Bilindiği gibi ikinci
iktidarları döneminde AKP, “ceberut devlete karşı sürdürdüğü” değişim
vurgusu esnasında kimilerine göre devletin tabularını yıkarak etnik ve
mezhepsel açılımlara yönelmiş, kimlik sorununu anaakım siyasetin alanına
taşımıştı. Bu değişim hamlesini yürütürken devlet aygıtı aracılığıyla
yaptığı propagandada ise “alan kapma” savaşı içinde olduğu siyasi
kurum/kişilere yeni cepheler açarak savaş ilan etmişti. Bu noktada
özelikle Kürt sorununu 2010-2011 yılları arasındaki kavrama tonu görece
ılımlı kabul edildi ve devletin “teritoryal mantığının” milliyetçi
dilini kırdığı düşünüldü. Gerçekten de AKP, alt-üst kimlik söylemini
formel siyasetin gündelik diline eklediği andan itibaren -mayalandığı-
Türk-İslam Senteziyle olan bağını silikleştirmeyi başardı. Bu evreyle
birlikte devşirdiği düşünürler aracılığıyla yeni bir siyasal imgelem
olarak siyasetin sahnesine “yığıldı”. AKP, 2011 seçimlerine kadar mevcut
dilini değişim ve hesaplaşma üzerinden kurarken, kitlelerden rıza
teminini din ideolojisi aracılığıyla tedarik etti. Kabine, grup başkan
vekilleri, vekil isimlerinde yapılan değişikliklerde ve vitrin tazeleme
girişimlerinde, genellikle Milli Görüşte veya merkez sağın
din-ideolojisi ile bağlantısı daha çok anılan kişiler tercih edildi.
Pratikte uygulamalardaysa AKPli siyasiler söylemlerini İslamcı
muhafazakârlık üzerinden kurarken, maddi yaşımın örgütlenmesini eski
tarzda yürüttü. Milli Görüş’ün 1990’ların ortasında yükselmesini
sağlayan “yardımlar” devam etti. Merkez yönetim veya yerel yönetimler
aracılığıyla kamu hizmeti paradigması iğdiş edildi, AKP döneminde
bürokratik ve sosyal yardımlaşma aygıtları aracılığıyla formelleşen ve
resmi bir kimliğe kavuşturulan “yardımlar” sınıf siyasetini parçalayan
popülist bir yöntem olarak kitleselleşmenin payandası oldu. Yardımlar,
açlık sınırında yaşayan kitleler için rıza sağlatacak (siyasal)
simgelere dönüştü. Bu simgeler, dinsel referanslı bir siyasi iktidarla
özdeşleştiği oranda “kapsayıcı-varoluşsal” ideoloji kategorisindeki
İslam’ın maddi pratiğini (ibadet, sünnet, vb) İslami pratikler dışından
yürütmenin yolu anlamıyla eşanlamlı hale geldi.
***
AKP’nin dinsel referanslar eşliğinde toplumu bir “aidiyet toplumu”
olarak örgütlemesi sadece maddi yaşamı düzenleyen pratiklerle sınırlı
kalmamıştır. Özellikle eğitim alanı ile nesilleri biçimlendirme son
zamanlarda ağırlık kazanan başka bir İslam dışı pratiktir. 4+4+4 yasası
olmak üzere seçmeli derslerin dini içerikli olması, seçmeli dil olarak
Arapçanın öğretilmeye karar verilmesi, İmam Hatip Liselerinin orta
kademelerinin tekrar açılması, İslam dini ideolojisi üzerinden kitleleri
hâkim ideolojiye eklemlemenin ve ideolojik pratikleri yeniden üretmenin
orta ve uzun vadeli kritik icraatlarındadır. AKP’nin siyasalarının
şimdiki odağı gündelik yaşamın dinsel referanslarla örülmesine dönüktür.
AKP’nin İslam fonunda gerçekleşen eylemleri, siyasal İslam dolayımında
şerri bir düzenin inşasına değil, toplumsal normların arzu edilen
çizgide ilerlemesine garantilemeye yöneliktir. Şerri düzene tekabül
etmeyen bu çabalar, büyük oranda toplumda maya tutmuştur. Homojen
olmayan tabanını belirli bir süredir çıkar şebekeleri üzerinden muhafaza
eden AKP, bu vesileler ile de tabanın farklı kesimlerinin uzlaşacağı
uğraklar yaratmaya çalışmaktadır. Ancak kimi siyasalarda dozun
arttırılması, AKP’ye yakın isimleri de rahatsız etmektedir. Etyen
Mahçupyan bir yazısında “İslamcıların anlaması gerek ki, artık
‘elimizdeki’ Müslümanlar bu ve onların kendilerini dindar kalarak
değiştirme dürtüsünü durdurmak zor. Bu durumda sekülerleşmeye ve modern
olana karşı çıkmanın bizzat Müslümanlara karşı olmak gibi
algılanabileceğini idrak etmekte yarar var.” diye bir şikayette
bulunmuştu. Mahçupyan iktidarı destekleyen bir zatın şikayetine neden
olan “Ne var ki Türkiye'nin yeni sosyolojik gerçeği, sekülerleşen ve
kendi dünyasından bir modernlik üretmek üzere olan yeni bir Müslüman'ı
ve dindarlığı haberdar ediyor. Bu toplumsal dalga modernliğin ve
devletçi otoriter laikliğin eleştirilebildiği post-modern ve küresel bir
tarih aralığında mümkün olurken, geri dönüşü şimdilik olanaksız bir
sosyolojik ve zihnî eşiğin geçilmesiyle de sonuçlandı.”[18]
şeklindeki görüşleriydi. Özetlersek, muhafazakâr bir siyasete “evet”,
ancak gündelik yaşamın ve kamusal alanın İslamlamizasyonuna “hayır”. Ne
var ki AKP din-ideolojisi içinden kurduğu dilin karşılığını bulduğunun
farkında olması nedeniyle eylemlerini devam ettirecektir.
Son seçimlerde partilerin oy dağılımına bakıldığında AKP, İslam
içerikli teknolojilerin kullanımında ideolojik açıdan aynı kulvardaki
rakiplerinin oylarını azaltmış, hatta bazılarını yutmuştur. Aynı
kulvardaki oyları kendi bünyesinde topladığını ise çıkardığı vekil
sayısı ile kanıtlamıştır:
2011 seçimleri Oy Oranı (%)
|
Vekil Sayısı
|
2007 seçimlerine göre oyların oransal kıyaslaması
|
|
AKP
|
49,90
|
326
|
+ 3,32
|
MHP
|
12,99
|
53
|
- 1,28
|
Saadet Partisi
|
1,24
|
0
|
- 1,1
|
DP
|
0,65
|
0
|
- 4,77
|
DYP
|
0,15
|
0
|
+ 0,15
|
Haziran 2012’den itibaren yayılmaya başlayan HAS Partili Numan
Kurtulmuş’un ve eski DP’li Süleyman Soylu’nun AKP’ye geçeceği haberleri[19]
Ağustos ayında iyice ayyuka çıkmıştı. Bu haberlerin gerçekleşip
gerçeklememesinden bağımsız, böyle bir birleşme, AKP aracılığıyla sağın
monobloklaşma eğilimi olması önemlidir.
AKP’nin sağ siyaset eksenindeki aktüel amacı, muhafazakâr-sağ
hegemonyanın milliyetçi oylarının deyim yerindeyse tamamını süpürmektir.
AKP’nin karşısındaki şuan ki tek ciddi rakibi ise MHP’dir. MHP, siyaset
sahnesindeki değişimi sonrasında daha “rasyonalize” ve disipline
edilmiş bir milliyetçi perspektif ile Bahçeli yönetiminde olduğu günden
bu yana, oylarını belirli bir sınırda koruyabilmiştir. Ne var ki, bu
sınırı MHP’nin iradesinden çok ülkenin yapısal koşulları ve sonuçları
belirlediği için oylar, söylemlerin tarihsel geçerliliğini kaybetmesi
eşliğinde erimeye başlamış, ya BBP ya da AKP saflarında konumlanmıştır.
Tam da bu aşamada oyların kanalize olacağı yer ve pastanın büyük dilimi
AKP’yi ilgilendirmektedir.
2007 Seçimleri (%)
|
2011 Seçimleri (%)
|
|
MHP
|
14,26
|
12,99
|
BBP
|
Katılmadı
|
0,73
|
2015 Genel Seçimleri için AKP oy deposunu şimdiden istiflemek
amacıyla siyasal kurumsal ve söylemsel kurgusunu yeniden revize
etmektedir. Değişim, istikrar ve benzer söylemlerine paralel din
ideolojisi üzerinden rıza tesisini büyük oranda tamamladığına inanan ve
bunun devlet aygıtı ile sirkülasyonundan emin olan AKP, Türk-İslam
sentezinde eksik bıraktığına inandığı milliyetçilik ideolojisini sıçrama
rampasına dönüştürmeye çalışmaktadır. Böyle bir süreçte BBP’nin konumu
da önemlidir. Çünkü BBP ile AKP arasında da birleşme haberleri basında
yer bulmaya başlamıştır. BBP’nin tarihsel olarak ortaya çıktığı
koşulları[20] hatırlarsak AKP ile türdeş bir ideolojik hat üzerinde seyredebilecekleri şimdiden belli bir sonuçtur.
Sonuç yerine şunu söylersek hata etmiş olmayız: AKP merkez sağ
siyasetin değil, sağın merkezinin bir aktörüdür. Bu aktörün rolü,
devletin “kapitalist” ve “ülkesel” mantığını konjonktüre kimi zaman
ayrıştırmak ve kimi zaman birleştirmektir. Bu bağlamda AKP iki mantığı
birleştirirken hangi siyasal söylemsel formasyonu tercih edeceğini
sürekli açık uçlu ve muallâkta bırakmaktadır. Bu siyasal
basiretsizlikten ziyade siyasi alan içinde hızlı dümen kırabilmek
amacıyladır. Dümenin bir tarafında din diğer tarafında milliyetçilik
bulunmaktadır ve 2015 seçimlerine giderken şimdilik dümeni tedricen
milliyetçiliğe kırmaktadır.
*birikimdergisi.com adresinden alınmıştır.
[1] http://www.edebiyathaber.net/murathan-mungan-keske-idris-naim-sahin-yalnizca-bir-saka-olsaydi/
[2]
Başbakan’ın ilgili konuşması için:
http://www.haberturk.com/gundem/haber/739892-tek-dil-degil-tek-bayrak-tek-din-tek-devlet-dedik-
ve buna MHP kanadından gelen eleştiri için: “MHP Grup Başkanvekili
Oktay Vural, 'Çakma milliyetçilik' söylemlerini eleştirdi.. ‘Bunlar
'çakma milliyetçilik' söylemi!’”
http://www.haberturk.com/polemik/haber/628312-bunlar-cakma-milliyetcilik-soylemi-
[3] “Bakan Uluderede katledilenleri ‘suçladı’” http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=45181
[4] http://www.sabah.com.tr/Gundem/2012/05/24/celikten-bakan-sahine-uludere-tepkisi
[5] http://www.gercekgundem.com/?p=461537; http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=340584
[6] Jameson, F., (2000), Globalization And Political Strategy, New Left Review, 4, July-August.
[7]
“Bunlar Ölü Sevici”
http://siyaset.milliyet.com.tr/bunlar-olu-sevici/siyaset/siyasetdetay/28.05.2012/1545953/default.htm?ref=OtherNews
[8] http://www.focushaber.com/-hepiniz-ermenisiniz-hepiniz-picsiniz--h-115245.html
[9] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20597761.asp
[10] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20637019.asp
[11] http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=340584
[12] Althusser, L., (2008), Yeniden Üretim Üzerine,
sf 271-273, Çev. Işık Ergüden & Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki.
Ayrıca, “Bireyin çağrılan özne haline gelmesi için kendisini ideolojik
söylemde özne olarak kabul etmesi gerekir, ideolojik söylemde yer alması
gerekir. (Dolayısıyla ideolojik söylem) zorunlu olarak özneyi söylemin
bir sessel göstereni olarak içeren bir söylemdir” Althusser, L., (2008), Psikanaliz Üzerine Yazılar, sf 158, İstanbul: İthaki.
[13] Türk-İslam Sentezi hakkında, Bora, T. (2007), Türk Sağının Üç Hali Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslamcılık, İstanbul: Birikim.
[14] Therborn, G., (2008), İktidarın İdeolojisi İdeolojinin İktidarı, sf 35-40, Çev. İrfan Cüre, Ankara: Dipnot.
[15] Daha fazla ayrıntı için, Weber, M., (1978), Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, vol 1, sf 56 vd., London: University of California Press
[16] Marx der ki, “Din karşıtı eleştirinin temeli şudur: Din insanı değil, insan dini yapar.
Din, esasta ya kendisine henüz ulaşmayı başaramamış ya da kendisini
bulup yeniden kaybetmiş insanın öz bilinci ve izzetinefsidir. Ama insan dünyanın dışında pinekleyen soyut bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyası, devlet, toplum anlamına geliyor. Bu devlet ve toplum dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini üretir, zira devlet ve toplum alt üst olmuş bir dünyanın kendisidir”. Marx, K., (1997), Hegel’in Hukuk Felsefesine Eleştiri, sf 191-192, Çev. Kenan Somer, Ankara: Sol.
[17]
Laclau’ya göre siyasal bir alanda farklı ve parçalı tikel talepleri
aynı anda bir araya getiren, aralarında eşdeğerlilik yaratan siyasal
işlem genel olarak eklemlenme, özel olarak çağırma-adlandırmadır.
Laclau, E., (2007), Popülist Akıl Üzerine, Ankara: Epos.
[20]
İdeolojik açıdan Nurettin Topçunun Anadoluculuğu; Erol Güngörün
batılılaşma karşıtı söylemi ve revize ettiği Ziya Gökalp hars-medeniyet
ayrımı; Necip Fazıl Kısakürek’in motivasyoner özelliği ve kolektif
aksiyonu imanla bağlaması; belki de BBP açısından en önemlisi Ahmet
Arvasi’nin görüşlerinden beslenmiştir. Tarihsel açıdan kadrolar . 1984
ile 1987 sonbaharına kadar başta Mamak Askeri Cezaevinde olmak üzere bir
çok cezaevinde kopuşlar yaşanmaya başlanmıştır. İslam değerlerine karşı
soy-Türkçü ülkücülerin getirdiği eleştirel duruş çoğu konuda eksik
kalmıştır. Tahliye olan kadroların çıkardığı “Yazı” dergisi, ideolojik
ve görece doktrinsel olması bakımından Türk-İslam ülkücülüğünün sesi
olmuştur. İlk getirilen eleştiri merkeze ve merkeze getirilen ilk
eleştiri ise “lider-teşkilat-doktrin hiyerarşisi içinde İslam’ın özüne
sadık kalmadan kullanıldığı” olmuştur. Konuyu işleyen faydalı bir
kaynak: Bora, T. ve Can, K. (2007) Devlet ve Kuzgun 1990’lardan 2000’lere MHP, İstanbul: İletişim.

YORUM YAZIN