Orhan Pamuk'tan Masumiyet Müzesi'nin Mütevazi Manifestosu
Nobelli yazar Orhan Pamuk, kapılarını nisanda açan Masumiyet Müzesi'nin öyküsünü Newsweek dergisine anlattı. Pamuk, İstanbullu yeni kuşak koleksiyoncuları 'modern toplayıcılar' olarak adlandırdı. Uluslararası dergiye verdiği demeçte, roman ile birlikte müze fikrinin doğuşu, müzenin oluşumu ve sergilenen eşyaların toplanma sürecini anlatan Pamuk, müzenin kurulmuş olduğu Çukurcuma semtinde geçen çocukluk anılarından ve semtin 1980 ve 90’lı yıllarındaki tarihsel değişim sürecinden de bahsediyor.
Orhan Pamuk müzede sergilemek üzere 1990’dan beri topladığı eşyaların hikayesini dergideki yazıda şöyle anlatıyor: “1990’ların sonunda sekiz-on dükkandan ibaret olan bu bitpazarından romanımı ve müzeyi düşünerek pek çok eşya aldım. Kahramanlarımın kullanacağı bir fincanı, sarı bir ayakkabıyı ya da bir ayva rendesini önce romanda tasvir edip sonra dükkanlarda arayacağıma, daha mantıklı olan şeyi, tam tersini yapar, önce dükkanlardan –ya da eski eşyaları, çeşit çeşit kağıdı– sigorta poliçelerini, makbuzları, eski banka defterlerini ve tabii fotoğrafları saklayan tanıdıklardan “müzem ve romanım için” diyerek alır, hikayemi bu eşyaların üzerinden ve onları zevkle tasvir edip geçerek yazardım. Bir dükkanda gördüğüm eski bir taksimetre ya da bir akrabanın evinde gördüğüm üç tekerlekli bir çocuk bisikleti romanı yazarken aklıma hiç gelmeyen bir düşüncenin, bir hikayeciğin bana bazan ilhamını verirdi. Bazan da hevesle bir dükkandan aldığım İstanbul’un eski bir at arabasından kalma gece feneri ya da şehirde merkezî havagazı düzeni olduğu günlerden kalma bir havagazı sayacı, hikayem o yöne doğru hiç ilerlemediği için ne romana ne de müzeye girmeden elimde kalırdı. 2008 yılında romanı bitirip İstanbul’da yayımladığımda yazıhanem ve yaşadığım ev, arkadaşlarımın kuşkuyla baktığı eşyalarla doluydu.”
Newsweek’te yayınlanan yazıda Pamuk, eşya toplamak ve aşk arasındaki ilişkinin de içerisinde yaşadığımız kültüre göre farklılıklar gösterdiğine değiniyor. “Tıpkı kahramanım Kemal’in hayatının ima ettiği gibi, insan kalbi dünyanın her yerinde aynı; hepimiz –ya da çoğumuz– şu veya bu şekilde âşık oluyoruz ya da aşkta veya hayatta sarsıcı bir kayıpla ile karşılaştığımız zamanlarda teselliyi eşyalara sarılmakta buluyoruz. Ama aşkımızı ya da eşya biriktirme arzumuzu yaşayış şeklimiz kültürden kültüre, ülkeden ülkeye değişiyor. Masumiyet Müzesi, erkekler ile kadınların evlilik dışında zorlukla yan yana geldiği bir Müslüman ülkesinde, uzaktan bakışların, hediye alma jestlerinin, sessizliklerin ve âşıkların birbirlerinin iradesini inatla deneme çabalarının bir çeşit inceliğe ulaştığı yarı modern bir kültürü ve onun kırık kalpli toplayıcılarını anlatıyor.”
Pamuk’un daha önce Mütevazı Manifesto*’sunda da değinmiş olduğu, modern çağda artık gereksinim duyulduğunu belirttiği, bireysel ve mütevazı müzelerle ilgili düşüncelerine yazıda şu şekilde yer veriliyor: “Sorun Çin, Hint, Meksika, İran ya da Türk tarih ve kültürlerinin ne kadar zengin olduğunu anlatabilmek değil. (Elbette bu da yapılmalı, ama bu zor değil.) Zor olan, bu ülkelerde günümüzde yaşayan tek tek insanların bireysel hikâyelerini aynı zenginlik, derinlik ve güç ile müzelerde anlatabilmek. Bunun için devlet tarafından desteklenen, milli tarihi anlatan ve şehirlere, mahallelere hükmeden büyük anıtsal müzeler (Louvre ya da Metropolitan) yerine, tek tük bireylerin hikâyelerini anlatan, eşyaları çevrelerinden koparmayan ve kuruldukları mahalleleri, sokakları, oralardaki ev ve dükkânları da serginin bir parçası haline getirecek mütevazı müzeler hayal etmemiz gerekiyor.”
Açılışından bu yana yabancı haber kaynaklarından da büyük ilgi gören Masumiyet Müzesi, Türk ve yabancı ziyaretçilerini ağırlamaya devam ediyor.
Masumiyet Müzesi'nin mütevazı manifestosu
1. İmparator ya da kral saraylarının halka açılmasıyla şekillenen ve vazgeçilmez bir turistik ziyaretgâh ve milli bir simge halini alan Louvre, Hermitage gibi büyük milli müzeler, milletin hikâyesini (yani tarihi) bireyin hikâyesinden çok daha önemli kıldı. Oysa tek tek bireylerin hikâyesi, insanlığımızı bütün derinliği ile ortaya koymak için daha uygun.
2. Saraylardan milli müzelere geçiş ile, destanlardan romanlara geçiş arasında bir paralellik olduğunu görüyoruz. Evet, eski kralların kahramanlık hikâyeleri olan destanlar, onların yaşadığı saraylar gibidir. Ama milli müzeler romanlar gibi değiller.
3. Bir topluluğun, cemaatin, takımın, milletin, devletin, halkın, bir kuruluşun, şirketin, bir cinsin tarihini anlatmaya çalışan müzelerden bıktık, yorulduk. Tek tek bireylerin, sıradan hikâyelerinin bütün büyük toplulukların tarihinden daha zengin, daha insani ve çok daha mutluluk verici olacağını hepimiz biliyoruz.
4. Sorun Çin, Hint, Meksika, İran ya da Türk tarih ve kültürlerinin ne kadar zengin olduğunu anlatabilmek değil. (Elbette bu da yapılmalı, ama bu zor değil.) Zor olan, bu ülkelerde günümüzde yaşayan tek tek insanların hikâyesini aynı zenginlik, derinlik ve güç ile müzelerde anlatabilmek.
5. Bana göre müzeler, bir devleti, milleti, şirketi, belirli bir tarihi vs. iyi temsil edip edememeleriyle değil, tek tek bireylerin insanlığını ortaya çıkarıp çıkaramamalarıyla ölçülmeli.
6. Müzeler daha küçük, daha bireysel ve daha ucuz olmalı. Ancak böyle, tek tek insanların hikâyelerini ifade edebilirler. Büyük kapılı büyük müzelerde, insanlığımızı unutup devleti ve kalabalıkları hatırlamaya çağrılıyoruz. Bu yüzden Batı âlemi dışında milyonlarca insan müzelere gitmekten korkuyor.
7. Günümüz ve geleceğin müzelerinde sorun devleti temsil değil, insanı ortaya çıkarmaktır. Bu insanın yüzyıllardır acımasız baskılar altında olduğunu da unutmayalım.
8. Büyük anıtsal, sembolik müzelere giden para ve kaynaklar, tek tek insanların hikâyelerini anlatan küçük müzelere gitmeli. Bu kaynaklar, insanları kendi küçük evlerini ve hikâyelerini “müzeleştirmeye” teşvik edip onlara destek olmalı.
9. Eşyalar çevrelerinden, sokaklarından kopartılmadan kendi doğal evlerine hüner ve dikkatle yerleştirilirse, zaten kendi hikâyelerini anlatırlar.
10. Şehirlere, mahallelere hükmeden anıtsal binalar insanlığımızı ortaya çıkarmıyor, tam tersi onu eziyor. Daha insani olan; mahalleyi, sokakları, çevredeki evleri, dükkânları, her şeyi serginin bir parçası haline getirecek mütevazı müzeler hayal edebilmek!
11. Müzelerin geleceği evlerimizin içindedir.
*sabitfikir.com adresinden alınmıştır.
Orhan Pamuk müzede sergilemek üzere 1990’dan beri topladığı eşyaların hikayesini dergideki yazıda şöyle anlatıyor: “1990’ların sonunda sekiz-on dükkandan ibaret olan bu bitpazarından romanımı ve müzeyi düşünerek pek çok eşya aldım. Kahramanlarımın kullanacağı bir fincanı, sarı bir ayakkabıyı ya da bir ayva rendesini önce romanda tasvir edip sonra dükkanlarda arayacağıma, daha mantıklı olan şeyi, tam tersini yapar, önce dükkanlardan –ya da eski eşyaları, çeşit çeşit kağıdı– sigorta poliçelerini, makbuzları, eski banka defterlerini ve tabii fotoğrafları saklayan tanıdıklardan “müzem ve romanım için” diyerek alır, hikayemi bu eşyaların üzerinden ve onları zevkle tasvir edip geçerek yazardım. Bir dükkanda gördüğüm eski bir taksimetre ya da bir akrabanın evinde gördüğüm üç tekerlekli bir çocuk bisikleti romanı yazarken aklıma hiç gelmeyen bir düşüncenin, bir hikayeciğin bana bazan ilhamını verirdi. Bazan da hevesle bir dükkandan aldığım İstanbul’un eski bir at arabasından kalma gece feneri ya da şehirde merkezî havagazı düzeni olduğu günlerden kalma bir havagazı sayacı, hikayem o yöne doğru hiç ilerlemediği için ne romana ne de müzeye girmeden elimde kalırdı. 2008 yılında romanı bitirip İstanbul’da yayımladığımda yazıhanem ve yaşadığım ev, arkadaşlarımın kuşkuyla baktığı eşyalarla doluydu.”
Newsweek’te yayınlanan yazıda Pamuk, eşya toplamak ve aşk arasındaki ilişkinin de içerisinde yaşadığımız kültüre göre farklılıklar gösterdiğine değiniyor. “Tıpkı kahramanım Kemal’in hayatının ima ettiği gibi, insan kalbi dünyanın her yerinde aynı; hepimiz –ya da çoğumuz– şu veya bu şekilde âşık oluyoruz ya da aşkta veya hayatta sarsıcı bir kayıpla ile karşılaştığımız zamanlarda teselliyi eşyalara sarılmakta buluyoruz. Ama aşkımızı ya da eşya biriktirme arzumuzu yaşayış şeklimiz kültürden kültüre, ülkeden ülkeye değişiyor. Masumiyet Müzesi, erkekler ile kadınların evlilik dışında zorlukla yan yana geldiği bir Müslüman ülkesinde, uzaktan bakışların, hediye alma jestlerinin, sessizliklerin ve âşıkların birbirlerinin iradesini inatla deneme çabalarının bir çeşit inceliğe ulaştığı yarı modern bir kültürü ve onun kırık kalpli toplayıcılarını anlatıyor.”
Pamuk’un daha önce Mütevazı Manifesto*’sunda da değinmiş olduğu, modern çağda artık gereksinim duyulduğunu belirttiği, bireysel ve mütevazı müzelerle ilgili düşüncelerine yazıda şu şekilde yer veriliyor: “Sorun Çin, Hint, Meksika, İran ya da Türk tarih ve kültürlerinin ne kadar zengin olduğunu anlatabilmek değil. (Elbette bu da yapılmalı, ama bu zor değil.) Zor olan, bu ülkelerde günümüzde yaşayan tek tek insanların bireysel hikâyelerini aynı zenginlik, derinlik ve güç ile müzelerde anlatabilmek. Bunun için devlet tarafından desteklenen, milli tarihi anlatan ve şehirlere, mahallelere hükmeden büyük anıtsal müzeler (Louvre ya da Metropolitan) yerine, tek tük bireylerin hikâyelerini anlatan, eşyaları çevrelerinden koparmayan ve kuruldukları mahalleleri, sokakları, oralardaki ev ve dükkânları da serginin bir parçası haline getirecek mütevazı müzeler hayal etmemiz gerekiyor.”
Açılışından bu yana yabancı haber kaynaklarından da büyük ilgi gören Masumiyet Müzesi, Türk ve yabancı ziyaretçilerini ağırlamaya devam ediyor.
Masumiyet Müzesi'nin mütevazı manifestosu
1. İmparator ya da kral saraylarının halka açılmasıyla şekillenen ve vazgeçilmez bir turistik ziyaretgâh ve milli bir simge halini alan Louvre, Hermitage gibi büyük milli müzeler, milletin hikâyesini (yani tarihi) bireyin hikâyesinden çok daha önemli kıldı. Oysa tek tek bireylerin hikâyesi, insanlığımızı bütün derinliği ile ortaya koymak için daha uygun.
2. Saraylardan milli müzelere geçiş ile, destanlardan romanlara geçiş arasında bir paralellik olduğunu görüyoruz. Evet, eski kralların kahramanlık hikâyeleri olan destanlar, onların yaşadığı saraylar gibidir. Ama milli müzeler romanlar gibi değiller.
3. Bir topluluğun, cemaatin, takımın, milletin, devletin, halkın, bir kuruluşun, şirketin, bir cinsin tarihini anlatmaya çalışan müzelerden bıktık, yorulduk. Tek tek bireylerin, sıradan hikâyelerinin bütün büyük toplulukların tarihinden daha zengin, daha insani ve çok daha mutluluk verici olacağını hepimiz biliyoruz.
4. Sorun Çin, Hint, Meksika, İran ya da Türk tarih ve kültürlerinin ne kadar zengin olduğunu anlatabilmek değil. (Elbette bu da yapılmalı, ama bu zor değil.) Zor olan, bu ülkelerde günümüzde yaşayan tek tek insanların hikâyesini aynı zenginlik, derinlik ve güç ile müzelerde anlatabilmek.
5. Bana göre müzeler, bir devleti, milleti, şirketi, belirli bir tarihi vs. iyi temsil edip edememeleriyle değil, tek tek bireylerin insanlığını ortaya çıkarıp çıkaramamalarıyla ölçülmeli.
6. Müzeler daha küçük, daha bireysel ve daha ucuz olmalı. Ancak böyle, tek tek insanların hikâyelerini ifade edebilirler. Büyük kapılı büyük müzelerde, insanlığımızı unutup devleti ve kalabalıkları hatırlamaya çağrılıyoruz. Bu yüzden Batı âlemi dışında milyonlarca insan müzelere gitmekten korkuyor.
7. Günümüz ve geleceğin müzelerinde sorun devleti temsil değil, insanı ortaya çıkarmaktır. Bu insanın yüzyıllardır acımasız baskılar altında olduğunu da unutmayalım.
8. Büyük anıtsal, sembolik müzelere giden para ve kaynaklar, tek tek insanların hikâyelerini anlatan küçük müzelere gitmeli. Bu kaynaklar, insanları kendi küçük evlerini ve hikâyelerini “müzeleştirmeye” teşvik edip onlara destek olmalı.
9. Eşyalar çevrelerinden, sokaklarından kopartılmadan kendi doğal evlerine hüner ve dikkatle yerleştirilirse, zaten kendi hikâyelerini anlatırlar.
10. Şehirlere, mahallelere hükmeden anıtsal binalar insanlığımızı ortaya çıkarmıyor, tam tersi onu eziyor. Daha insani olan; mahalleyi, sokakları, çevredeki evleri, dükkânları, her şeyi serginin bir parçası haline getirecek mütevazı müzeler hayal edebilmek!
11. Müzelerin geleceği evlerimizin içindedir.
*sabitfikir.com adresinden alınmıştır.
YORUM YAZIN