Sezaryen, Kürtaj ve Ebelik
![]() |
- GÖKÇEN B. DİNÇ - |
Dünyada sezaryen oranlarının düşük olduğu İsveç , Yeni Zelanda, Hollanda gibi ülkelerin ortak özelliği, güçlü bir ebelik sistemine sahip olmaları çünkü. Bir başka ortak özellik ise kadın-erkek eşitliği konusunda Türkiye’den çok daha ileri olmaları, ki aslında bu bir tesadüf değil. Uzun yıllardır sezaryen, normal doğum ve ev doğumu konusunda çalışan Fransız doktor Michel Odent, bir ülkenin ortamı ne kadar erilse, sezaryen oranlarının o kadar yüksek olduğunu belirtiyor. Belki de bu “eril” ortam yüzünden “Türkiye Cumhuriyeti ”nin birçok politikası reddedilirken, nedense kimse nüfus/doğum politikasındaki sürekliliği görmek istemiyor. Oysa bu sürekliliğe yakından bakınca ortaya çıkan ayrıntılar bugünkü tartışmalara ışık tutabilir.
Ebeler ve kürtaj
Bu noktada dikkat çeken ilk ayrıntı, Osmanlı İmparatorluğu’nun güç kaybetmesinin en önemli sebepleri arasında nüfusun azlığı ve Avrupa’ya göre düşük bulunan doğum oranlarının görülmesiyle, ebeliği kontrol altına alma girişimlerinin aynı döneme denk gelmesi. Ebeler yüzyıllardır doğum alanında bağımsız olan şifacı kadınlardır, ancak “yaşlı başlı, terbiyeli, son derece temiz ve zarif, tarihe geçmiş” bu “hanımlar”, Osmanlı devletinin nüfus politikasına büyük bir tehdit oluşturan bir bilgiye sahiptir: Kürtaj.
Ebeler ve kürtaj
Bu noktada dikkat çeken ilk ayrıntı, Osmanlı İmparatorluğu’nun güç kaybetmesinin en önemli sebepleri arasında nüfusun azlığı ve Avrupa’ya göre düşük bulunan doğum oranlarının görülmesiyle, ebeliği kontrol altına alma girişimlerinin aynı döneme denk gelmesi. Ebeler yüzyıllardır doğum alanında bağımsız olan şifacı kadınlardır, ancak “yaşlı başlı, terbiyeli, son derece temiz ve zarif, tarihe geçmiş” bu “hanımlar”, Osmanlı devletinin nüfus politikasına büyük bir tehdit oluşturan bir bilgiye sahiptir: Kürtaj.
1838’de kürtajı yasaklayan ilk yasa çıkarıldıktan dört yıl sonra ilk ebelik kursları açılır, amaç varolan ebelerin eğitilmesidir. Osmanlı devleti bir yandan doğum için forseps ve anestezi gibi bilimsel metotları hastanelerde uygulamaya koyar, ancak bu aletlere ek olarak birçok ilacı ebelerin kullanmasını yasaklar. Yani yeni uygulamalar aslında erkek doğum uzmanları içindir, ebeler tıbbi hiyerarşinin en alt seviyesinde konumlandırılır ve erkek hekimlerin kontrolü altına girerler.
Tüm bu süreçte dönemin “kahraman”larından, 1892’de ilk doğumevi “Viladethane”yi açan Besim Ömer önemlidir, Cumhuriyet döneminde “modern” ebeliğin kurucusu olarak görülür. 82 yıl önce “her memur, her devlet adamı evlenmiş ve kırk yaşında en az üç çocuk sahibi olmuş olmalıdır” diyen Besim Ömer, kitaplarında sağlıklı ve “Türk” nüfusa vurgu yapar. İlk ebelik kurslarını açanlar gibi kürtaja kesinlikle karşıdır, “tesadüfün türlü türlü acılıklarına, fenalıklarına uğramış” kadınların dahi doğurmalarını ister.
Besim Öner’in şahane fikirleri
Paris’te eğitim görmüştür, Avrupalı hocaları gibi düşünür: “Kadın gibi zayıf ve hastalıklı bir yaratık, tıbbın yardımı olmadan işini yapmayı nasıl umabilir?” Cumhuriyet döneminde ebelerin eğitiminde temel oluşturan söylemlerinde “yaşlı” ebeleri marjinalize eder: “Ebelik acuze ve bilgisiz, çenesi düşük pis kadınların elinde idi.” Ona göre ebelik geleneksel tıbbın bir parçasıdır, fakat ilerleyip “modern” olamamıştır. Çünkü “ebelerin tahsil ve terbiyesiyle hiç iştigal olunmuyordu”, “erkekler İpokrat zamanında doğumlara davet olunmuş olsaydılar fenni velade çok ileri gidecek idi”. Bu bağımsız kadın mesleğini geleneksel tıbbın içine hapseden Besim Ömer, “modern” ebeliği de “hususi bir hastabakıcılık vazifesinden ibaret” kılar. Cumhuriyet ebelerine “uslu” olmayı öğütler: “Aklının eremediği şeylerde hiçbir vakit kendi kendine iş görmeye kalkışmamalı, malumat taslamamalı ve hekimi çağırmak lazımsa vakit geçirmeksizin haber vermelidir”.
Yaşlı ebelerin “cahil” uygulamalarını ve kürtajı önlemesi öğütlenen bu “modern” ebelerin eğitimi Cumhuriyet tarihi boyunca defalarca değişti, ancak etkili olmadı. Kırsalda “genç” ebeler, “yaşlı” fakat deneyimli hemcinsleri kadar güvenilir görülmedi. Çoğunlukla hamile kadınları doğum için en yakın sağlık kuruluşuna yönlendirdiler, hastanedekiler de doktorların güdümünde çalıştılar ya da hemşirelik yaptılar, Besim Ömer’in salık verdiği gibi... Aslında 80’lerde hastane doğumunun “modern” olmakla eşanlamlı hale gelmesine dek kadınlar problemsiz geçen bir hamilelikte doktora, normal bir doğum için bir sağlık kurumuna gitmeye ayak diredi.
Hamilelik hastalık mı?
Fakat Türkiye ’de doğum hep bir “hastalık” olarak görüldü. “Doğum için en güvenli yer hastane”dir söylemi 2000’li yıllarda yerini “doğum için en güvenli yöntem sezaryendir”e bıraktı. Doktorlar için sezaryen hem zaman hem de maddi açıdan çok avantajlı. Ne var ki “doğumun medikalleşmesi”, kadınların bedenleri ve üremeleri üzerindeki özgürlüklerinin kısıtlanması aynı zamanda. Kadın bu söylemde yardıma “muhtaç” bir varlık, doktorun talimatlarına uyması bekleniyor: “Hamile bir kadının bana verecek bir şeyi yok, fakat bizim bilgimiz, metodumuz ve kapasitemiz var. Bu yüzden, biz yönetmeliyiz.” Besim Ömer’den övgüyle söz eden ünlü kadın doğumcu Aykut Kazancıgil de benzer görüşte: “Doğum sırasında kadın, doktorun sözünü dinlemek zorundadır zaten, çok nevrotik biri değilse tabii söz dinler.”
Tıbbi zorunluluk durumlarında ya da kadın diliyorsa, elbette sezaryende sorun yok. Fakat hamileliği ve doğurmayı bir “hastalık” olarak yaşamak istemeyen kadınların da seçme hakkı olmalı. Düzgün bir ebelik sistemi kurulduğunda, örneğin, ebe ve hamile kadın arasında hiyerarşik bir ilişki oluşmuyor. Bu yüzden kadınlar doğum sancıları veya bebeğin sağlığıyla korkutulup sezaryene yönlendirilemiyor. Ebelik sistemini güçlendirmek için ise Besim Ömer’in temelini attığı “erkek egemen” eğitim sistemini sorgulamak gerekiyor. “Elleri tılsımlı, ağızları dualı hünerli kadınlar” olarak görülen geleneksel ebelerin modernleşme ile birlikte “tarihe karışacakları” söylenirdi, ama böyle giderse Türkiye ’de ebelik mesleği tarihe karışacak.
GÖKÇEN B. DİNÇ: Gazeteci/ Berlin Humboldt Üni.
*Radikal İki
YORUM YAZIN