Header Ads

Orta Sınıf Ahlâkına Sıkışmış Bir Dünyada ‘Özgürlük’ Arayışı

- yazı: ZEYNEP HEYZEN ATEŞ -
“Eğer uyuyorsan artık uyanman gerekiyor. Hayır. Uykudayım. Uyuyorum. Beni uyandırma.”

Sürekli aynı yakınmayı duyuyorum: “Artık eskisi gibi edebiyat eserleri yazılmıyor. Herşey ticari oldu. Macera romanı dışında bir şey kalmadı. Amerikan edebiyatı dünya edebiyatını yok etti.” Bunlar elbette ki saçma, bilgisizce yapılmış değerlendirmeler. Edebiyat eserlerine -ne sayılarına ne kalitelerine- bir şey olduğu yok; paketleri değişti belki ve belki biz artık onların onlar olduklarını bilmiyor, onca kitap arasında onları bulamıyoruz. Biri elimize tutuşturmadıkça edebiyatın ‘edebiyat’ olduğuna emin olamıyoruz. Önyargılıyız, şüpheciyiz -ikisine de bir diyeceğim yok. Pazarlama mekanizmaları o kadar gelişti ki bir noktadan sonra insan gerçekten neyin iyi neyin kötü olduğunun ayarını şaşırabiliyor.

Bu uzun girişin nedeni şu; bu kitap, ‘o’ kitap. Hani o yayınlanmayan, artık var olmayan ‘edebiyat eseri’ var ya, işte bu o. Franzen’in ‘Özgürlük’ü. Belki hâlâ bilmeyenler vardır diye yazıyorum bu cümleleri.

Amerikan burjuvazisinden bahsediyor Franzen. Orta sınıf mensubu Amerikalılar, taşralı Amerikalılar, orta sınıflaşmaya çalışan, yükselme yolundaki Amerikalılar, yükselemeyenler, düşemeyenler, İncil kuşağı denilen orta Amerika’da, orta sınıf ahlâkını en kıymetli kutsal kitaptan bile kutsal tutanlar. Dedikodular, en çirkefinden hem de; seks, aldatma, kırılganlıklar, komşu sözüyle çarmıha gerilmeler. Hem içi dışı Amerikalı, hem safkan edebiyat, üstelik Sevin Okyay çevirisiyle... ‘O günler geçti’ diyenlere bu lafım, yazan yazıyor işte. Hâlâ yok da yok diyorsanız tek diyebileceğim ‘siz’ okumuyorsunuz, bilmiyorsunuz.

FAULKNER-FRANZEN İLİŞKİSİ
Amerikan basını Faulkner’ı genç kuşağa okutmak için Franzen benzetmeleri yapmaya başlamışken tersinden gidip sırf anlattıkları kitlelere bakarak Franzen-Faulkner benzetmesi yapmayacağım. Yine de gözlemleri ve o gözlemleri aktarış biçimiyle ikisinin birbirine yakın durduğunu söylemeden geçmemek gerekiyor. Örneğin Franzen’in kahramanlarından Patty’nin oğluna olan düşkünlüğünü anlatışını ele alalım: “(oğluyla ilgili) Hikâyelerinin çoğu şikâyetten ibaretti ama herkes oğlana bayıldığına emindi. ‘Muhteşem ama aşağılık’ erkek arkadaşından yakınan kadınlar gibiydi, sanki kalbini onun çiğnemesinden gurur duyuyor, dünyanın bunu bilmesini istiyordu.” (Bütününe bakıldığında tam Faulkner’ın ‘Sartoris’indeki Jenny.) Veya benim gerçek hayatta sık sık karşılaştığım, okurken de beni gülümseten tam hayatın içinden bir sahne: “Eliza doldurduğu şarap kadehini Patty’ye uzatıverdi. ‘Hayır, teşekkürler,’ dedi Patty. ‘Ama bugün Cumartesi,’ diye yanıtladı Eliza. Patty kendisini Cumartesi günleri içmeye zorlayan bir kural olmadığını söylemek istediyse de-…”

NE KADAR ÖZGÜRSÜNÜZ?
Kitabın meselesi de bu zaten: Özgürlük. İyi de özgürlük derken tam olarak neyi kastediyoruz, tanımını nasıl yapıyoruz? Kişinin özgürlüğü başkasının özgürlüğünün sınırlarının başladığı yerde biter mi diyeceğiz klişelere sığınarak? Ya iki özgürlük çakışıyorsa? Kim özgür olacak, kim geri çekilecek. Kuralları kim koyacak. Yanıt “çoğunluğun arzularına uymaksa” demek ki o zaman hep birlikte vasatlaşacağız. Peki istemezsek? Bir aile, kendisine dayatılan orta sınıf ahlâkına artık uymak istemediğinde ne olacak? Romandaki aile ‘garip’ olarak etiketleniyor örneğin. Orada kalsa iyi, kalmıyor ama. Mahalle adabının dışına çıktığımızda neler olacak diye soruyor Franzen.

“Ben özgürüm…” diyen herkese aynı soruyla karşılık veriyor: Ne kadar? Ne kadar özgürsünüz, hiç gerçekten düşündünüz mü bunu? Yoksa sizinki de taşı dağın zirvesine taşıyan Sisiphus’un kendini özgür olduğuna inandırışı gibi bir özgürlük mü? (Camus’nün “Vücudum köle olabilir ama zihnim hâlâ özgür” diyen kahramanına Franzen şöyle demeye getiriyor bence: “İyi de bu böyle nereye kadar? Yıllarca taş taşıyan birinin zihni nereye kadar özgür kalabiliyor gerçek hayatta?”)

CİNSELLİĞİN SORGUSU
Cinsellik özellikle yargılanan bir unsur kitap içinde. En yalın diyaloglarda çok ciddi, çok dikkat çekici gözlemler var, özellikle de mesele aldatmak olduğunda. “Başkalarıyla yattın mı? Bu sayede mi dayanıyorsun?” diyor kadın. “Evet. Ama kimseyle birden fazla değil” diyor adam. Sırf bu diyalog üzerine bile saatlerce konuşulur, oysa kitap hayatın içinden koparılmış, iyi düşünülmüş, iyi hesaplanmış buna benzer sahnelerle doldu. İlişki üzerine, iş üzerine, hayat üzerine bir destan. En çok da güzel hainler ve affın sınırları üzerine.

Faulkner, Sartoris’i yayıncısına gönderirken “Nihayet istediğim kitabı yazdım, bu yıl daha iyi bir kitap okumayacaksınız” demiş, eleştirmenler pek katılmamışlar gerçi bu sözlere ama Franzen’in kitabının da benzer şekilde lanse edildiğini ayrıca eklemeye gerek yok sanırım. Kararı kendiniz verin, ama özellikle belirli bir entelektüel kesime hitaben yazıyorum, yeni eserleri tamamen göz ardı edip “Bundan sonra gerçek edebiyat eserleri yazılmayacak” demenin de bir âlemi yok.

Bir eserin ticari anlamda iyi pazarlanması veya iyi satması, onu ‘popüler roman’ veya ‘ticari roman’ yapmaz, sadece yayıncıların edebiyat eserlerini pazarlamakta da daha akıllı davranmaya başladığını gösterir.

Franzen bundan beş yıl sonra da Franzen olacak. On yıl sonra da... Sevebilir veya sevmeyebilirsiniz ama modern edebiyatı bilmek istiyorum diyorsanız atlayamazsınız.

Özgürlük
Jonathan Franzen
Sel Yayıncılık
600 sayfa



*akşam kitap

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.