Ayfer Tunç: Ruhum Daima Bu Memleketi Geziyor
Ayfer Tunç’un aylardır bıkıp usanmadan çektiği yüzlerce şehir fotoğrafını gördüğümde, bunların bir amacı olduğunu hissetmiştim. Özellikle yıkık, dökük, tahrip edilmiş, unutulmuş eski İstanbul evlerinin fotoğrafları çok çarpıcıydı. Şimdi Refik Halit Karay’ın aynı adlı kitabına selamla yazdığı Memleket Hikâyeleri’ni okuyorum ve bu kitabın o fotoğraflarla beraber yazıldığını hissediyorum. Röportajımızda ilkin adeta adanmışlıkla, tutkuyla çektiği eski İstanbul evlerinin tam da bu halleriyle ona ne anlattığını soruyorum. “Tarih bilincimizin gelişmediğini, değerbilmez bir toplum haline geldiğimizi, ağır bir ifade olacak ama ‘yıkıcı’ bir topluma dönüştüğümüzü... Geçmişimize ve tüm hücreleriyle bizim olana ilişkin şefkatimizi kaybettiğimizi söylüyor o evler bana” diyor. Röportajımızı buradan sürdürüyorum...
Sizi, memleketi bir seyyah gibi ama içeriden gezmeye ve gözlemlemeye yönelten şey neydi?
Yıllardır İstanbul sokaklarında en az yarım saat yürümeden güne başlamıyorum. Her seferinde bu şehre olan aşkım depreşiyor. Kitabı yazış sürecime fotoğraflar tesadüfen eklendi. Kurtuluş’ta zalimce yıkılmaya terk edilmiş, bir zamanlar çok güzel olduğu her halinden belli bir binanın karşısında ansızın büyük bir acı duydum ve o anda bir amacım olmaksızın fotoğrafını çektim. Böyle başladı. Öte yandan hayatımın tesadüfleri bu memleketi zaman zaman bir seyyah gibi dolaşmamı gerektirdi. Bunun yazarlığıma katkısı tarif edilemez ölçüde değerli. Ama bu kitap için özellikle bir yere gitmedim. Ruhum daima bu memleketi geziyor ya da gezdiğim zamanların birbirine karışmış hatıralarını hep canlı tutuyor.
Korumayı, kayıt tutmayı sevmeyen bir toplum haline geldik. Bunun sonuçları neler olabilir?
Osmanlı çok sağlam kayıt tutan bir toplumdu, çünkü büyük bir devlet olduğunun bilincindeydi ve yarattığı uygarlığı en azından uzun bir dönem boyunca işletmeyi bildi. Cumhuriyet’se tarihi sıfırladı. Arşiv ve kayıt, sıkıcı bir bürokratik işleme dönüştürüldü. Ama asıl sorun devlet mekanizmasındaki arşivde değil, toplumların kayıtlara olan ilgisizliklerinde. Bir devlet tarihi sıfırlayıp her şeyi kendiyle başlatıyorsa, o devletin toplumu da kayıtlara karşı ilgisiz kalacaktır. Buna bir de tevekkül toplumu oluşumuzu, zamanla ilişkimizin modern ve uygarlık odaklı bir ilişki olmayışını ekleyin, sonuçta geliştiğini sanırken kaosun içinde debelenen bir toplum resmi çıkar.
Harap ettiklerimizi telafi edecek yol var mı?
Özellikle deprem ve İstanbul bağlamında öyle bir zamanı yaşıyoruz ki rant kaynaklı yıkımların coşkusu arşa yükseldi. İş makineleri yıkımlara karşı duracakların üstüne yürümeye hazır bekliyor. Dolayısıyla bu büyük gürültü arasında ne söylesek duyulmaz. Diyeceksiniz ki işe bu tür büyük yıkımlardan mı başlamak zorundayız? Hayır değiliz, ama unutmayalım ki koruma bilinci bir bütündür, mikro olanı da makro olanı da kapsar. Dolayısıyla şu anda yapılacak şey, boğulup gideceğini bile bile, umutsuzca da olsa ses çıkarmak ve sevmek. Ülkenin siyasal tablosuna bakarsak, sevmekle ilgili sorunlarımız olduğu açık.
‘BİTMİŞ BİR AŞKI DİLE GETİRECEĞİZ'
Kitabınızdan bir cümle: “İstanbul’u seviyorum, ama sevmek kolay. Ben İstanbul’u ölene dek sevmek istiyorum, işte bu zor.” Yakında İstanbul’un ruhunu, güzelliğini sadece kitaplardan, fotoğraflardan hatırlayacak hale geleceğiz. Ne olacak o zaman? Biz hangi İstanbul’la gurur duyacağız, hangi İstanbul’a aşkımızı dile getireceğiz?
Somut kültürel varlıklarımızla, atalarımızın yarattığı uygarlığın eserleriyle gurur duyan bir toplum değiliz. Öyle olsaydık, sokak aralarında gizli mücevherler gibi duran tarihi camilerin çevresini çöplüğe çevirmez, canım çeşmeleri ölüme terk etmez, uygarlık şaheserlerimizi binlerce çirkinliğin içine gömmezdik. İstanbul’u var eden o çokkültürlü zenginliği gizlemek için, kültür mirasımıza dahil olduğunu ısrarla reddettiğimiz kiliselerin çevrelerini derme çatma binalar, egzozcular, oto yıkamacılar, lastikçilerle sarıp gizlemiş bir toplumuz biz. Pek çok sayfasını kendi yazdığımız soyut ve yüzleşmesiz bir tarihle gurur duyan bir toplumuz. Dolayısıyla, kitaplarda kalmış bir İstanbul’un geçmişte oluşuyla gurur duyarız herhalde, bilemiyorum. Bitmiş bir aşkı dile getireceğiz. İşin acısı yaktığımız bu ağıtlar gelecek kuşaklar için ne ifade edecek bilmiyorum, “Beyoğlu’na şapkasız çıkılmazdı” klişesi haline gelecek belki de. Onların İstanbul’u başka olacak çünkü.
Röportaj: Gülenay Börekçi/Habertürk
Sizi, memleketi bir seyyah gibi ama içeriden gezmeye ve gözlemlemeye yönelten şey neydi?
Yıllardır İstanbul sokaklarında en az yarım saat yürümeden güne başlamıyorum. Her seferinde bu şehre olan aşkım depreşiyor. Kitabı yazış sürecime fotoğraflar tesadüfen eklendi. Kurtuluş’ta zalimce yıkılmaya terk edilmiş, bir zamanlar çok güzel olduğu her halinden belli bir binanın karşısında ansızın büyük bir acı duydum ve o anda bir amacım olmaksızın fotoğrafını çektim. Böyle başladı. Öte yandan hayatımın tesadüfleri bu memleketi zaman zaman bir seyyah gibi dolaşmamı gerektirdi. Bunun yazarlığıma katkısı tarif edilemez ölçüde değerli. Ama bu kitap için özellikle bir yere gitmedim. Ruhum daima bu memleketi geziyor ya da gezdiğim zamanların birbirine karışmış hatıralarını hep canlı tutuyor.
Korumayı, kayıt tutmayı sevmeyen bir toplum haline geldik. Bunun sonuçları neler olabilir?
Osmanlı çok sağlam kayıt tutan bir toplumdu, çünkü büyük bir devlet olduğunun bilincindeydi ve yarattığı uygarlığı en azından uzun bir dönem boyunca işletmeyi bildi. Cumhuriyet’se tarihi sıfırladı. Arşiv ve kayıt, sıkıcı bir bürokratik işleme dönüştürüldü. Ama asıl sorun devlet mekanizmasındaki arşivde değil, toplumların kayıtlara olan ilgisizliklerinde. Bir devlet tarihi sıfırlayıp her şeyi kendiyle başlatıyorsa, o devletin toplumu da kayıtlara karşı ilgisiz kalacaktır. Buna bir de tevekkül toplumu oluşumuzu, zamanla ilişkimizin modern ve uygarlık odaklı bir ilişki olmayışını ekleyin, sonuçta geliştiğini sanırken kaosun içinde debelenen bir toplum resmi çıkar.
Harap ettiklerimizi telafi edecek yol var mı?
Özellikle deprem ve İstanbul bağlamında öyle bir zamanı yaşıyoruz ki rant kaynaklı yıkımların coşkusu arşa yükseldi. İş makineleri yıkımlara karşı duracakların üstüne yürümeye hazır bekliyor. Dolayısıyla bu büyük gürültü arasında ne söylesek duyulmaz. Diyeceksiniz ki işe bu tür büyük yıkımlardan mı başlamak zorundayız? Hayır değiliz, ama unutmayalım ki koruma bilinci bir bütündür, mikro olanı da makro olanı da kapsar. Dolayısıyla şu anda yapılacak şey, boğulup gideceğini bile bile, umutsuzca da olsa ses çıkarmak ve sevmek. Ülkenin siyasal tablosuna bakarsak, sevmekle ilgili sorunlarımız olduğu açık.
‘BİTMİŞ BİR AŞKI DİLE GETİRECEĞİZ'
Kitabınızdan bir cümle: “İstanbul’u seviyorum, ama sevmek kolay. Ben İstanbul’u ölene dek sevmek istiyorum, işte bu zor.” Yakında İstanbul’un ruhunu, güzelliğini sadece kitaplardan, fotoğraflardan hatırlayacak hale geleceğiz. Ne olacak o zaman? Biz hangi İstanbul’la gurur duyacağız, hangi İstanbul’a aşkımızı dile getireceğiz?
Somut kültürel varlıklarımızla, atalarımızın yarattığı uygarlığın eserleriyle gurur duyan bir toplum değiliz. Öyle olsaydık, sokak aralarında gizli mücevherler gibi duran tarihi camilerin çevresini çöplüğe çevirmez, canım çeşmeleri ölüme terk etmez, uygarlık şaheserlerimizi binlerce çirkinliğin içine gömmezdik. İstanbul’u var eden o çokkültürlü zenginliği gizlemek için, kültür mirasımıza dahil olduğunu ısrarla reddettiğimiz kiliselerin çevrelerini derme çatma binalar, egzozcular, oto yıkamacılar, lastikçilerle sarıp gizlemiş bir toplumuz biz. Pek çok sayfasını kendi yazdığımız soyut ve yüzleşmesiz bir tarihle gurur duyan bir toplumuz. Dolayısıyla, kitaplarda kalmış bir İstanbul’un geçmişte oluşuyla gurur duyarız herhalde, bilemiyorum. Bitmiş bir aşkı dile getireceğiz. İşin acısı yaktığımız bu ağıtlar gelecek kuşaklar için ne ifade edecek bilmiyorum, “Beyoğlu’na şapkasız çıkılmazdı” klişesi haline gelecek belki de. Onların İstanbul’u başka olacak çünkü.
Röportaj: Gülenay Börekçi/Habertürk
YORUM YAZIN