Zaman Başka Nasıl Olabilirdi?
![]() |
| - yazı: MERAL TAŞDEMİR - |
MIT’de fizik ve yazı eğitimi veren Alan Lightman büyüleyici kitabına basit bir önermeyle başlamış: Einstein’ın 1905 baharı ve yazı başlarında Bern’deki İsviçre Patent Bürosu’nda çalıştığı ve 20. yüzyıl fiziğinde çığır açacak, görelilik kuramını biçimlendirecek ve zamanla uzayın doğasına dair önemli ilkeleri öne sürecek makalelerini yayımladığı sırada neler düşlediğini tasavvur etmiş.
Alan Lightman’ın kurgusal Einstein’ına gördürdüğü düşler uzay ve zamanın gizemleriyle ilgili ama en azından sıradan okur nezdinde kuantum kuramı ve insanlığın zamana bağlı varoluşunun teknik kısımlarına dalmıyor.
Lightman her düşte zamanın değişik ve insan psikolojisiyle davranışlarını doğrudan etkileyen kurallara uyduğu farklı bir dünya varsayıyor. Mesela etkiyle tepkinin zaman vasıtasıyla birbirlerine bağlanmadığı “nedensiz” bir dünyada sanatçılar, “öngörülemezlik resimlerinin, bestelerinin, romanlarının canı olduğundan” fazlasıyla coşkunlar. Herkes anı yaşıyor ve şimdinin gelecek üzerinde hemen hiç etkisi bulunmadığından çok az insan yaptıklarının sonuçlarını düşünmek için duraklıyor.
Para değerini yitirdiğinde
“Her eylem zamanda kendi başına bir adadır ve kendi içinde yargılanıyor,” diye yazıyor Lightman. “Aileler ölüm döşeğindeki amcanın başında miras ihtimali uğruna değil, amca o anda, orada sevildiği için bekliyor. Çalışanlar özgeçmişlerine bakılarak değil, iş görüşmesindeki davranışlarına göre işe alınıyor. Patronlarınca ezilen kâtipler gelecekten korkmadan dikleniyor. Bir itki dünyası bu. Bir içtenlik dünyası. Burası sarf edilen her sözün tam sarf edildiği ana ait olduğu, atılan her bakışın sadece tek anlam taşıdığı, her bir temasın ne geçmişi ne de geleceğinin bulunduğu, her öpücüğün ana ait olduğu bir dünya…”
Geleceğin olmadığı bir dünyada da benzer bir durum yaşanıyor: Dünyanın belirlenen sonundan bir yıl önce okullar ve bir ay önce de işyerleri kapanıyor. İnsanları bir özgürleşme hissi sarmalıyor. Para değerini yitirdiğinden, insanlar faturalarını gülümseyerek ödüyor ve endişelenecek bir şey kalmadığından anlaşmazlıkları omzu silkerek kapatıyorlar. “Herkes aynı yazgıyı paylaştığından kimse dünyanın sona ereceğine aldırıyormuş görünmüyor,” diye yazıyor Lightman. “Ömrü bir aylık dünya, eşitlikler dünyası demek.”
Bir dünyada ise iki zaman var. Biri mekanik zaman, diğeri bedenin zamanı. Pek çok kişi mekanik zamanın var olmadığı kanaatinde. Böylelerinin evlerinde saat yok: Saat yerine kalp atışlarını dinliyor, ruh hallerinin ve arzularının ritimlerine kulak veriyorlar. Acıkınca yiyor, uykularından ne zaman uyanırlarsa işlerine o zaman gidiyor, günün her saati sevişiyorlar. Mekanik zaman fikrine gülüyor bu tipler. Zamanın düzensiz ilerlediğini biliyorlar. Bir de bedenlerinin var olmadığını düşünenler var. Bunlar mekanik zamana göre yaşıyorlar. Saat yedide kalkıyor, öğle yemeklerini on ikide akşam yemeklerini altıda yiyorlar; geceleri sekiz ve on saatleri arasında sevişiyorlar; haftada kırk saat çalışıp Pazar gazetelerini Pazar günleri okuyorlar. Bir konserde müziğe kapılmaya başladıkları anda hemen eve dönme vaktinin gelip gelmediğini kontrol amacıyla bakışlarını sahnenin üzerinde asılı saate çeviriveriyorlar. Bedenin yabansı büyüye haiz bir şey değil, bir kimyasallar, dokular ve sinir atımları toplamı olduğunu biliyorlar. Böyleleri için düşünceler beyindeki elektriksel çakmalardan, cinsel arzu kimyasalların belli bir takım sinir uçlarına hücumundan, hüzünse beyincikte yoğunlaşan az miktarda asitten ibaret. Bu yüzden bedenlerine fizik diliyle hitap ediyorlar. Böylelerine göre beden konuşursa, sadece onca kaldıraç ve kuvvetin diliyle konuşuyordur. Bu insanlara göre beden itaat edilecek değil, buyrulacak bir şey... İki zamanın karşılaştığı yer, umutsuzluk. İki zamanın ayrıldığı yer, hoşnutluk...
Sonralar ve şimdiler
Alan Lightman’ın diğer hayal mahsulü dünyalarında insanlar durumlarının varoluşsal gerekliliklerine son derece farklı yollardan tepki veriyor: Her şeyin önceden belirlenmiş olduğu dünyada kimileri pasifleşiyor, ne olacaksa o olacak görüşünü kabulleniyor, kimileriyse imkânsızlığa rağmen geleceklerini yeniden yaratmak için didiniyor.
Yaşamın ebedi olduğu dünyadaysa insanlar ikiye ayrılmış: “Sonralar” ve “Şimdiler.” Her şey için bolca zaman olduğunu söyleyen Sonralar kahvelerde oturup kahvelerini yudumluyor ve zamanlarını evlerinde mobilyaların yerlerini değiştirerek, dergi okuyarak ve yaşamdaki olasılıkları tartışarak geçiriyorlar. Buna karşın Şimdiler, “ardışık yaşamlarda hiçbir şeyi kaçırmama hevesiyle ilerliyorlar.” Sonsuz varoluşlarında azamiye ulaşmak adına sürekli yeni kitaplar okuyor, yeni meslekler ediniyor, yeni diller öğreniyorlar.
“Şimdilerle Sonraların ortak bir noktası var,” diye yazıyor Lightman. “Sonsuz yaşam demek, sonsuz sayıda akraba demek. Ne dedeler ne de dedelerin dedeleri, dedelerin halaları, amcaların amcaları, büyük-büyük amcaların amcaları ölüyor. Oğullar asla babaların gölgesinden kurtulamıyor. Kızlar da annelerin. Kimse kendi başına kalamıyor, kendini bulamıyor.”
‘Einstein’ın Düşleri’ düşündürücü, kışkırtıcı ve oyuncu manevralarla okuru mıknatıs misali çekiyor düş dünyasına. Calvino’nun eserlerindeki gibi öykülerin fantastik öğeleri kristal hassaslığında bir anlatıyla dünyevileştiriliyor. Jorge Luis Borges’in eserlerindeki gibi özenle, dikkatle gözlemlenmiş konular ardında uzanan büyülü, metafizik âlemi göstermek üzere açılan kapılar misali önünüze sürülüyor ve Alan Lightman bilimsel yazıdan kurguya büyüleyici şiirsellikte, şahane bir yapıtla geçiyor.
Einstein’İn Düşleri
Alan Lightman
Çeviren: Algan Sezgintüredi
Aylak Kitap
2012, 112 sayfa, 12 TL.

YORUM YAZIN