Fetih 1453: Babalar, Oğullar ve Türkün Aklı
![]() |
- yazı: EZGİ GÜVEN - |
Mesele “Fetih 1453”. Ama zannetmeyin ki, yukarıdaki paragrafın sebebi, filmi Konstantiniye surlarının Bizans tarafından izlemiş olmamdır. Bizans için bunca yüzyıl sonra üzülmenin beyhudeliğinin farkındayım elbette. Fakat bir türlü neşeye teşvik etmiyor filmi Fatih’in penceresinden seyretmek de.
Dürüst olmak gerekirse, filme büyük bir önyargıyla gittim. Hesapta dalga geçecek, karın kaslarım ağrıdan çatlayıncaya kadar gülecektim. Ama öyle olmadı. Ne filmdeki tarihsel hatalara takıldım ne de kullanılan efektlerin, sergilenen oyunculukların problemlerine. Oysa hazırlıklıydım, dersimi çalışıp da gitmiştim. Ama yok, olmadı, öyle bir şey vardı ki filmde, geriye kalan her ayrıntıyı gölgede bıraktı. Gözümden çok gönlüme takılan şey o kadar derin, o kadar güçlüydü ki, kanlı savaş sahneleri bile onun gölgesinde kaldı.
Türkün onulmaz Oedipus kompleksi
Üzerimde bu denli güçlü bir etki bırakan şey, “Türkün onulmaz Oedipus kompleksi”ydi.
Türk kelimesi artık soyut bir kategoriye tekabül etmiyor. Bütün hakikatiyle, capcanlı ve çok da kanlı bir özne artık o. Mesele, ona can vermekle kalmayıp gözünü kan bürümesine sebep olanla arasındaki ilişkiyi kavramak. İşte bu film, hiçbir şeye değilse bile, bahsi geçen bu ilişkinin anlaşılmasına hizmet ettiği için son derece kayda değer ve defalarca izlenmeye lâyık.
Buradan bakınca, filmin hikâyesi Medine’de, peygamberin Konstantinopol’ü fethedecek komutana düzdüğü övgüyle değil, II. Mehmet’in 12 yaşındayken ona tahtı tattırıp sonra da elinden alan babasının cansız bedeniyle hasbihal ettiği yerde başlıyor: Mekân çıplak, baba haşmetini ve mevcudiyetini dünyada bırakıp ruhunun gölgesini Mehmet’in üzerinden çekmiş. Hesap soruyor Mehmet: “Şehirleri fetheden, orduları dize getiren güçlü kolların vardı, bir kez bile beni sarmadılar.”
İnsanın aklına ister istemez Baba Zula’nın yürek yakan şarkısı geliyor: “Babamız bizi sevmedi, çirkiniz.” Hangi Türkün bu şarkıyı haklı çıkaracak bir öyküsü yoktur ki… Baksanıza, cihan padişahı, çağ açıp kapayan, yaşadığı dünyayı dize getirmekle kalmayıp ondan sonrakilerin de kaderini tayin eden Fatih’in bile var. Ama o bir padişah, elinde babasının sevgisizliğini unutturacak çok büyük bir güç de var. Adını koyuyor hadisenin: “Babamın gitmediği yere gideceğim.”
Fatih’in İstanbul’un fethine kendini nasıl hazırladığını Bizans İmparatoru Konstantin’den öğreniyoruz: “Mühendislik, dil ve din öğrendi”. Dil ve din öğrenmesinin sebebini biliyoruz. Türk böyle bir şeydir, önüne gerçek bir hedef koyup “öteki”ni ancak böyle ele geçirebileceğini lâyıkıyla anlatırsanız, öğrenme motivasyonu tavan yapabilir. Bu mânâda, Türkün kız tavlamasıyla ülkeler fethetmesi arasında çok az fark olduğu söylenebilir. Peşinde olduğu kızın neyi sevip neyi sevmediğini, hangi sözlere kanacağını öğrenir ve hedefe ulaşana kadar da bu bilgiyle hareket eder. 1453’ten bu yana tekrar tekrar fethedilen İstanbul’a bakmak, hedefe bir kez varıldıktan sonra olabilecekler konusunda fikir sahibi olmamızı sağlayabilir. Türk, ateşli sevdasını şiddetli bir dille ifade eder. Alırken de, verirken de, yaparken ve yıkarken olduğu gibi ölçüsüzdür. Hiçbir mühendislik bilgisi bu gerçeği değiştiremez. Ama gene de, Macar top ustası Urban’ın hayatı ve eserleri konusunda gösterilen hassasiyetten de anlaşılacağı üzere, Türk bir gerçeğin daima farkında olmuştur: Mühendisi kapan şehri alır, tıpkı mühendislik diplomasını kapanın kızı aldığı gibi…
Soylu bir aileden gelmek, soylu dertlere sahip olmak demektir. Ama derdin soylusu da soysuzu kadar mutsuz edebilir insanı. Mehmet’in baba şefkatinden mahrum büyüttüğü egosu, cihan imparatorluğunun mütevazı kurucusu Osman Bey kılığında girer rüyasına. Labirentler içinde yolunu kaybetmiş, gencecik yaşta ikinci kez çıktığı tahtta ne yapacağını bilmez haldeyken elindeki yüzüğü avucuna koyarak ona yol gösterir. Yüzüğü düşürür Mehmet, kan ter içinde uyanır. Ya alamazsa Konstantiniye’yi! Yoldaşlarına da söyler içinden geçeni olanca açıklığıyla: “Ya ben Konstantiniye’yi alacağım ya Konstantiniye beni.” Hedefe kitlenmiş Türk böyle bir şeydir.
Yanlış anlaşılmasın, Mehmet Konstantiniye’yi kendisi için istemez. Bir an önce sefere çıkmak isteyen yol arkadaşları Zağanos ve Saruhan’ın, kardeşi Orhan için Bizans’a ödediği fidyeyi artırması üzerine yaptıkları “taviz veriyorsun” uyarısına bilgece cevap verir: “Şehri fethedene kadar sabırlı olmayı bilmeliyiz. İktidar, halka güç gösterisi yapmak değil, halkın çıkarını korumak için bir araçtır. Zamanı geldiğinde ordu da, halkım da bu kararı neden verdiğimi anlayacaktır.”
Halk onun neyi neden yaptığını “şimdi” anlayacak değildir elbet, nasıl anlasın, adı üstünde, halk. Ama ilerde, gelecekteki bir zamanda tarihin kendisine hak vereceğini bilir: “Yerinde saymak ölmek demektir. Tarih yazmak korkaklara göre bir iş değildir.”Mehmet Allah’tan bile korkmaz, aklına koyduğunu başaramamaktan korktuğu kadar.
Babası tarafından sevilmemiş bir çocuğun bütün huysuzluklarını sergiler Mehmet. İstanbul’a olan arzusu da bu huysuzluklardan biridir aslında. Ya Rab! Neden aklım hep bugüne takılıyor bu tarihsel hikâyeyi anlamaya çalışırken? Neden cumhuriyet kurulalı beri yazılıp hiç bozulmamış bu tarihin, mesela 1990’larda değil de şimdi sinemaya uyarlanabilmiş olmasına takılıyorum? Neden bu hikâyeye inananların sayısının bugün her zamankinden daha kalabalık olduğunu düşünüyorum? Neden surlara Urban’ın değil, aslında bir Müslüman ailenin köle pazarından alınmış yetim-öksüz kızının döktüğü şahi topların dövdüğü surların görüntüleri, gökdelenler, siteler, Şanzelize’ye benzeyecek Tarlabaşı, Venedik’i andıracak Fener-Balat, kendi taklidine dönüşmüş Sulukule, hızla yaldızlanan Fatih semti ve nihayet Taksim Meydanı’na inşa edilecek Alışveriş Kışlası / Hisarı suretleriyle karışıyor?
“Biz yarım kalanı tam etmeye geldik!” Mehmet’in, fethin hemen arefesinde ettiği tumturaklı sözlerden biri bu. Sahi Mehmet, Konstantinopol’ü fethederek tam olmuş mudur? Babasının tahtına oturmakla kalmayıp onun gidemediği yerlere giderek hissettiği eksikliği gidermiş midir?
Gözyaşı geceleri
Bu kadar Oedipus kompleksi ister istemez akla Türkün “devlet baba” eğretilemesini de getiriyor. Yukarıdaki sorulara Mehmet’le özdeş başka fatihler açısından bakmayı kolaylaştırıyor bu eğretileme. Yıllar önce, Millî Gençlik Vakfı şubelerinde “gözyaşı gecesi” formunda edâ edilen Fetih Geceleri’ni hatırlıyorum. Bu gecelerin ana teması,“Ecdadımız peygamberin gösterdiği hedefe ulaştı, İstanbul’u fethetti, ama biz kaptırdık onu imansızlara” şeklinde özetlenebilirdi. Fetih Geceleri gözyaşı gecelerinden ayrılalı bir hayli oldu. Köprülerin altından o kadar çok su aktı ki, daha çok su akması için yeni köprüler yapmak icap etti. O Fetih Geceleri’ni düzenleyenler, babalarının sevmediği çocuklar olduklarını biliyorlardı. Ama bu sevgisizliğin sebebinin, babanın kudretli disiplini değil, yoldan çıkması olduğunu düşünüyorlardı. Reddedilmiş evlatlar gibi hissediyorlardı kendilerini muhtemelen. Mirastan mahrum bırakılacaklardı. Çare, henüz hayattayken babanın mallarına el koymaktı. Bunun için de babanın elden ayaktan düştüğü ispat edilecekti cümle âleme. Bütün bunlar oldu. “Devlet baba”nın son otuz yılı, giderek babasına benzeyen bir oğulun babasıyla birlikte kendisini de inkâr ettiği trajik bir yükseliş hikâyesine sahne oldu. Baba ve Bizans birbirine karıştı…
Bizans’ın Ortodoks Kilise’yi Katolik Papalık’ın asimilasyon politikasından korumak için Müslüman Osmanlı’ya ihtiyaç duyduğu gibi ihtiyaç duydu sevgisizlikle sakatladığı çocuklarının yeni fetihlerine devlet baba. Ama kırgınlıklar, kızgınlıklar o kadar da kolay unutulamazdı. Oğulun hoşgörüsü koşulluydu.
“Fetih 1453”ün Ortodoks inancıyla diyaloğunda gizli bu şartlı hoşgörünün alt okuması. Hikâye, Ortodoks kilisesine Fatih’le işbirliği yapma potansiyeli ölçüsünde yaşam hakkı tanıyor. İki Hıristiyan mezhep arasındaki düşmanlığın, birbirinin kitabıyla işi olmayan iki ilâhî din arasındakinden çok daha derin olabileceğinin farkında. Ama alt metinlerinde şunu söylemeyi de ihmal etmiyor: “Eğer senin Allah’ın hakiki Allah olsaydı, kaptırmazdın Konstantinopol’ü. Kazandım, demek ki haklıyım.” Yine de büyüklüğünü gösteriyor Mehmet, Fatih olur olmaz Konstantinopol’e bir söz veriyor: “Canımız bir, malımız bir, kaderimiz bir.”
İvedik’lere selâm
Bu söylemsel güzergâh son derece tanıdık: “Yüzde 50 benim arkamda, senin değil. Demek ki yaptıklarım yanlış değil” diyen bir oğulun özgüveniyle yürüyoruz bu yolda. Canda, malda, kaderde birlik ise bu yolun kanayan masalı.
Filmi sonunu bilerek seyrettiğinde insanın aklı şaşıyor elbette. “Fetih 1453”ün en büyük problemi ve yatırımı da filmin sonunu bilen izleyicilere hitap ettiğinin farkında olması. Herkes senaryonun ne kadar kötü olduğundan bahsediyor. Film eleştirmenleri kusura bakmasın, bir senaryo ancak bu kadar anlamlı olabilirdi. Senaryo ekibinin ne yaptığını iyi bilen insanlardan oluştuğunu düşünmemek için hiçbir sebep yok. Dünün, bugünün ve geleceğin fatihlerinin hepsine birden ihtiyaç duydukları anlayışla yaklaşıyor senaryo. Bir noktada Fatih’le Konstantin’i bile buluşturuyor ortak bir el hareketinde. İkisi de birine emir verdikten hemen sonra elinin tersiyle havayı sert bir şekilde iterek karşısındakine huzurdan uzaklaşmasını işaret ediyor. Fatih’in ve Konstantin’in muktedir beden dilleri aynı sözcüklerle konuşuyor. Lâkin filmin sonundan bakıldığında bu dil, ne Bizans ne Osmanlı sarayına, daha çok mahalle kahvesine yakışıyor. Bu şık ayrıntının yönetmen Faruk Aksoy’un gelmiş ve gelecek bütün Recep İvedik’lere çaktığı selâm olduğunu düşünmek insana huzur veriyor.
Bitirmeden, bir ayrıntıya daha dikkat çekelim. Boşuna değil, “Fetih 1453”e “Recep İvedik”in yapımcılarının niyetlenmesi. Her Recep İvedik’in gönlünde bir gün Fatih olma niyetinin saklı olduğu malûm. Ama ne yazık ki, talih hepsine gülmüyor. “Fetih 1453”ün ilk hafta gişesinin “Recep İvedik”in gerisinde kalması şaşırtmıştı. Fatih’in Bizans’ı fethedip gişede Recep İvedik’e yenildiğini, tarihin bu şekilde tekerrür ettiğini görmek yeise gark etmişti. Neyse ki, Türk seyirci, bir hafta geciktirse de “Fetih 1453”ü tüm zamanların sinemada en çok izlenen filmi yapmayı ve bu şekilde içindeki gerçek cevheri, ülküsünü, içsel kızıl elmasını dışavurmayı ıskalamadı.
*Ezgi Güven/Express, sayı 127, “Neo-İslâm” özel sayısı, Nisan 2012
YORUM YAZIN