Borges: Evrenin Kütüphanecisi
![]() |
- yazı: MİNE AKVERDİ - |
Sorunun muhattabının Borges olduğu düşünüldüğünde gelen cevap o kadar da şaşırtıcı değil. Zira Arjantinli ünlü öykücü, deneme yazarı ve şair Jorge Luis Borges (1899 - 1986), düşlerin gerçeklerle, yüzlerin suretlerle, “ben”lerin “öteki ben”lerle, sonsuzluğun parçalarla iç içe geçtiği ve hiçbir şeyin kesin ve net olmadığı akılamaz bir evrenin yaratıcısıdır. Sadece 20. yüzyılın değil tüm edebiyat tarihinin en büyük yazarlarından biri olan Borges, “Eğer elimde bir zenginlik varsa o, kesinliklerden değil, zihinsel karışıklıklardan oluşuyor" der. Aynaların öte yanına uzanan sonsuz labirentlerde akarcasına ilerleyen kısa, bilgece ve baştançıkarıcı hikayeleri kum saatleri, haritalar, kahvenin tadı, tangonun arzu dolu ritmi, kutsal kitaplarin sesi, kaplanlar ve güllerle dolu büyülü ve gizemli bu evrene açılan birer kapıdır. Yaptığı gölge oyunları, kurduğu tuzaklar aklımızı başımızdan alır, beynimizi soru işaretleriyle doldurur. “Nasıl?”ın cevabı ise Borges"te değil, her zaman okurdadır. “Bütün bunları nasıl yazdı” sorusuna gelince; “Yazarların konu arayıp seçmeleri gerektiğine inanmıyorum. Konuların yazarları arayıp bulmaları daha uygundur” der Borges. Bu muazzam büyülü gerçekliği nasıl yarattığının cevabı da hayat hikayesinde saklıdır.
Aynalar, kaplanlar, labirentler
Jorge Luis Borges 24 Ağustos 1899"da Buenos Aires"te doğdu. Çocukluğu, yoksul bir mahalle olan Palermo"da geçti. Palermo gece klüpleri ve randevu evlerinin bulunduğu, bıçak çekip kavgalar eden vahşi erkeklerle, tangonun ritmiyle dans eden arzulu kadınların olduğu hareketli bir yerdi. Bu mahallenin, Borges"in daha çocukken uzaktan uzağa izlediği, tehlikeli, tutkulu, düşük kahramanları gelecekte onun öykülerinde karşımıza çıkmak üzere belleğine kazınacaktı. Ailesi bu mahalleye pek uymayan orta sınıf bir aileydi. Babası Jorge Guillermo Borges bir avukat ve psikoloji eğitmeniydi; annesi Leonor Acevedo Haedo ise bir çevirmen. Babasının annesi İngiliz olduğu için evde iki dil konuşulduğundan İngilizce ve İspanyolca"ya aynı anda öğrendi. Babası ise satranç tahtası üzerinde ona felsefeyi ve edebiyatı öğretti. Entekeltüel bir ortamda yetişen genç Borges sokaklardan çok kızkardeşi Norah ile birlikte içerde, evlerindeki büyük kütüphane ve bahçede vakit geçiriyordu. Kütüphane ve bahçe böylece Borges"in belleğine sızan, hayalgücünü ateşleyen ve bir çok öyküsünde tekrar tekrar karşımıza çıkan imgeler halini alıyordu. Kütüphanenin dolambaçlı koridorlarında bulduğu, dünyanın yedi harikasını gösteren bir çizimde yer alan daire şeklindeki labirent ise o anda zihnine kazınarak korkusunu ateşliyordu. Uzun süre kabuslarını süsleyen labirentler, sonra hikayelerini süsleyecekti. Borges evreninin bir diğer vazgeçilmezi kaplan da çocukluk yıllarında gelip onu bulmuştu. Zira küçük Borges"in en sevdiği şey hayvanat bahçesine gitmek ve orada saatlerce hayvanları seyretmekti, özellikle kafesinde bir sağa bir sola gidip gelen sarı-siyah kaplanları...
Edebiyatla ilk tanışıklığı, kültürlü bir insan olan babasının kütüphanesindeki İngilizce kitaplar arasında bulunan H.G. Wells’in yapıtları, Binbir Gece Masalları, Hucleberry Finn, Cervantes’in Don Kişot"u ile oldu. Kütüphane ona kutsal kitapların, mitolojinin, masalların da kapısını açmıştı. Daha küçüklükten itibaren yazmaya başladı. Yedi-sekiz yaşlarında Don Kişot"tan esinlenerek hikayeler yazmaya başlamıştı. Dokuz yaşındaysa Oscar Wilde’ın “Mutlu Prens”ini İngilizce’den İspanyolcaya çevirmiş, bu çeviri yerel gazete El Pais"te yayınlamıştı.
“Daha çocukluğumda , hayatın babamdan esirgediği yazar olma yazgısını benim üstlenmek zorunda kalacağım neredeyse anlaşılmıştı. Ailemizde herkes benim yazar olacağıma kesin gözüyle bakıyordu” diye o yılları anlatan Borges haklıydı. O konları değil, konular gelip onu seçmişti.
Kendini düşleyen bir düş
1914"te, Borges 15 yaşındayken, gözleri giderek kör olmaya başlayan babasının tedavisi için ailecek İsviçre"ye Cenevreye taşınmaları ufkunun genişlemesinde, seks hayatınınsa sekteye uğramasında etkili oldu.
Eğitimine buradaki Calvin Koleji"nde devam eden Borges, filozoflar, mistikler ve kabalistlerle, Shakespeare, John Milton ve Dante"yle, sembolist edebiyatın dahileri Verlaine, Rimbaud ve Mallarmé ile, hayranı olduğu Schopenhauer, Carlyle ve Walt Whitman"la burada tanıştı. Soyut edebiyat aracılığıyla dünyayla bambaşka bir şekilde yeniden keşfediyordu. Öte yandan babasının kadınlarla ve seksle bir sorunu olduğunu düşünerek oğlunu bir fahişeye göndermesi, Borges"in hayatı boyunca kadınlarla ilişki kurmakta zorluk çekmesine sebep oldu.
Birinci Dünya Savaşı sonrası ailecek İspanya"ya taşındıklarında Ultraist edebiyat grubuna katılan Borges, 1921’de Buenes Aires’e döndüklerinde aidiyet hissinden sıkılarak kimseye bağlı olmadan birşeyler yapmaya girişti. Burada babasının arkadaşı Macedonio Fernandéz"in düşüncelerinden etkilenmesi, düşüncenin yeni yollarına yönelmesine neden oldu. Fernandez"in düşünceleri Schopenhauer, Berkeley ve Hume"ün bir yansıması idi. Edebî stili ekzantrik ve düşünce tarzı karmaşıktı. Borges bu düşünce şekliyle zaman ve uzayı, dünyayı ve gerçeği bambaşka açılardan gördü. Ona göre “Uzun bir düş gibi tasarlanmış yaşam, belki de düş görenin olmadığı bir düş... Kendi kendini düşleyen bir düş, öznesiz bir düş...”tü.
1923- 1929 yılları arasında “Buenos Aires Tutkusu”, “Yolun Ötesindeki Ay” ve “San Martin Defteri” adlı üç şiir kitabı yayınlayan Borges bu büyülü gerçekliğe asıl adımını 1930"larda attı. 1930´larda, Arjantin´de çok satan Critica gazetesine yazdığı yazıları topladığı “Alçaklığın Evrensel Tarihi´nde Kadın Korsan Çingi, Billiy the Kid gibi kötü şöhretli tarihi kişilerin yaşamöykülerini gerçek ile kurguyu harmanlayarak anlattığı sıradışı hikayeler daha sonraları bu tarz "büyülü gerçekçilik"in ilk örneklerinden sayılacaktı. Asıl "Borges stili" ise 1935"te yazdığı ve hayâlî bir romanı eleştirdiği "Al-Motasim"e Bir Bakış" isimli öyküsüyle doğdu. Bu kitap Latin Amerika edebiyatını derinden etkiledi, yayımlandığı tarih bu edebiyatın bir dönüm noktası olarak nitelendi.
Ancak 1938 Borges"i derinden sarsan iki olay oldu. Çok yakın olduğu babası öldü, kendisi ise bir kaza sonuçu ölümden döndü. O dönemi bir röportajında şöye anlatıyordu: “1938’in Noel arifesinde..babam da o yıl ölmüştü.. ağır bir kaza geçirdim..Merdivenden hızla çıkarken kafa derimin sıyrılıverdiğini hissettim... Kafamı yeni boyandığı için açık duran pencerenin kanadına çarpmıştım... yara iltihap kaptı... Bir hafta uyku uyuyamadım. Sabahlara kadar ateşler içinde yanarak karabasanlar gördüm... Bir akşam bir de baktılar konuşamıyorum... Hemen hastaneye yetiştirip ameliyata aldılar, kanım zehirlenmişti. Bir ay kendimi bilmeden hayatla ölüm arasında gidip geldim...Artık iyileşmeye başlamıştım ki bu kez de acaba aklım yerinde mi diye kuşkulandım... yazamayacağımdan korkmaya başladım.. daha önce hiç denemediğim bir şey yazmaya kalkıp başaramazsam bunun o kadar kötü bir şey olmayacağını dahası beni kötü sona hazırlayacağını düşünüyordum...Sonunda öykü yazmayı denedim...ve ortaya Quixote Yazarı Pierre Menard çıktı...”
Aklın ve düşlerin sınırlarını zorlayan hikayeler
“Pierre Menard, Don Quixote"un Yazarı” ile Borges sonuda öykülerin dünyasına adımını attı ve edebiyat türleri arasındaki sınırları zorlayan yeni tarzının en başarılı örneklerini vermeye başladı. Bu dönemde sabit bir gelir için Belediye Kütühânesi"nde çalışmaya girişen Borges, kütüphanedeki zamanının çoğunu bodrumkatına inip orada klâsikleri okuyarak ve modern edebiyatın uluslar arası örneklerini İspanyolca’ya çevirerek geçirdi. Virginia Woolf’un ve William Faulkner’ın kitapları İspanyolca’ya ilk kez bu dönemde Borges tarafından kazandırıldı. Ardından da “Tlön, Uqbar, Orbis Tertius” ve kütüphanedeki bitmek bilmeyen kataloglama işinden ilham alarak yazdığı ünlü öykü kitabı “Babil Kitaplığı” geldi. 1941"de bu öykülerin toplandığı “Yolları Çatallanan Bahçe” / “Ficciones”, 1949’da Kafkamsı bir dünyayı betimleyen metafizik öykülerden oluşan “Alef” derken Borges kendi evreninin sonsuz labirentlerinin kapılarını okura açtı. Sürekli çatallanan bahçelerin sunduğu sayısız alternatif yaşamları, her anı hafızaya kaydeden sonsuz bellekleri, genç ve yaşlı Borges"in birbiriyle yani “öteki ben”iyle karşılaştığı zaman yolculuklarını, sayfaları ve içeriği sürekli olarak değişen, başı ve son olmayan kum kitaplarını ve aklın ve düşlerin sınırlarını zorlayan daha bir çok hikayeyi tüm ihtişamı, gizemi ve büyüsüyle gözler önüne serdi.
1946’da Juan Peron iktidara geldiğinde, muhalif olduğu için kütüphanedeki görevinden uzaklaştırılan Borges"in “Cennet’i kitaplık biçiminde düşleyen” bir adam olarak ben...” Ulusal Kütüphane’nin müdürlüğüne getirilmesi ancak Peron"un devrilmesinden sonra 1955"te gerçekleşti. Ama ne yazık ki çok geçti. Borges tam o sıralar , babasından miras kalan genetik hastalık sonucu gelen bir hastalık sonucu tamamen kör oldu. Bunun için yazdığı şiir bu muhteşem ironiyi yansıtıyordu: "Kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın / bu lütfundan yüce tanrının / bana ilahi bir şaka yaptı / kitabı ve körlüğü aynı anda bağışladı."
Kütüphanesini de yanında götürdü
1956"da Buenos Aires Üniversitesi’nde İngiliz ve Amerikan edebiyatı profesörlüğüne atandı ve 12 yıl bu görevi yürüten Borges, asistanına dikte ederek öyküler yazmaya devam etti. 1955’i izleyen yıllarda artık kendine özgü bir tür haline gelen tarzında, fantastik öğeleri gittikçe ağır basan “Düş Kaplanları”, “Düşsel Varlıklar Kitabı”, “Brodie"nin Raporu” ve Borges’in olgunluk çağının en önemli eserlerinden biri olan son kitabı “Kum Kitabı”yla hikayelerini anlatmayı sürdürdü.
Düşler evreninde yaşayan bu kör kütüphanecinin edebi dehası 1961’de Samuel Beckett’le birlikte Uluslararası Yayımcılar Ödülü’nü (Formentor Ödülü) kazandığında tüm dünyaya ulaştı. Borges"in adı, Joyce, Proust, Kafka, Woolf, Beckett gibi efsanevi yazarlarla birlikte anılırken aklın ve düş gücünün sınırlarını zorlayan hikayeleri 20. yüzyılın klasikleri arasına katıldı. Borges, Latin Amerika Edebiyatının dünya çapında da geniş bir aydın kitlesine ulaşmasında da önemli bir rol oynadı.
Ölmeden hemen önce uzun yıllar boyunca asistanlığını yapan ve gözleri görmezken öykülerini yazmasına yardım eden María Kodama ile evlenen Borges, Kodama ile birlikte dünyayı gezerken hazırladıkları Atlas"ı yayınladı. Borges, 14 Haziran 1986"da, 87 yaşındayken, çok istediği Nobel Ödülü"nü alamadan karaciğer kanserinden öldü.
Ama evrenin kütüphanecisinin her nereye, hangi başka evrene gittiyse orada mutlu olduğuna şüphe yok. Zira sonsuz bir kütüphane gibi kitaplarla dolup taşan muhteşem bir belleğini de yanında götürdü. Ölmeden önce yaptığı bir röportajda söyledikleri bunu kanıtlar nitelikte: “Şimdi, seksen beş yaşıma girmenin açıklığıyla, içimde hiç hüzün olmadan, anılarımın dizeler ve kitaplarla dolu olduğunu kabul ediyorum. 1955 yılından beri göremiyorum -okuyucu görümü kaybettim. Ancak, geçmişteki yaşamımı düşündüğümde, arkadaşlarımı, aşkları düşünsem de hemen hemen tamamen düşündüğüm şey kitaplar oluyor. Hafızam, birçok dilden alıntılarla dolu.”
Evrenler içinde evrenler
Latin Amerika´nın ve dünya edebiyatının önde gelen isimlerinden, çok sayıda yazarın üslübunu, tekniğini ve edebiyat hakkındaki düşüncelerini neredeyse tek başına değiştiren J.L. Borges, pek çok öyküsünde ve şiirlerinde Tanrı´yı bulma olasılığı, ölümsüzlük, sonsuzluk ve sonsuz olasılık, döngüsel zaman, ebedi tekrar gibi olgular karşımıza dikilir. Aklımızdan geçen her şeyin gerçekten yaşandığı ya da yaşanmasının mümkün olduğu, en küçük olgunun tüm evreni içerdiği, her insanın bir başkası olduğu gibi düşünceler zihnimize sızar. Kaplan, gül, “öteki ben”, kum, labirent, ayna gibi imgeler ruhumuza işler. Bize evrenler içinde evrenler gezdiren Borges"in İletişim Yayınları"ndan çıkan son kitabı “Yaratan” da okuyucuyu aynı temalardan besleniyor. Kitaplarına önsöz değil sonsöz yazmayı seven Borges"in 1960"ta “Yaratan” için yazdığı sonsözde “Çeşitli konulardaki bu yazılar (zaman biriktirdi, ben değil, aralarında başka bir edebiyat görüşüyle yazdığım için düzeltmeye cesaret edemediğim eski parçalar da var) umarım konuların coğrafi ve tarihsel çeşitliliklerinden daha az göze batar” diyor ve ekliyor: “Baskıya verdiğim bütün kitaplar arasında sanırım hiçbiri bu küçük koleksiyon kadar kişisel ve düzensiz, silva de varia lección, değil. Kişisel çünkü içinde birçok yansımalar ve araya sıkıştırmalar var.” Düzyazı ve şiirinin, edebiyatla felsefenin, gerçekle kurgunun içiçe geçtiği bu “koleksiyon”da bambaşka bir Borges evreni keşfedilmeyi bekliyor.”
YORUM YAZIN