Teldeki Cambaz: 12 Eylül İddianamesi
![]() |
- GÖKSEL ARSLAN - |
Erbil Tuşalp seksenli yılların sonlarında yayınladığı “Eylül İmparatorluğu”na, “Kibrit çöpü gibi parmaklarınla elime ilk kez uzandığında ikimiz de dünyanın en zor işini yapıyorduk. Sen yaşamı yakalamış gülüyordun. Ben yaşamın sana neler getireceğini düşünüp ürperiyordum” diyerek başlar. Kitabı o yıllarda yeni doğan kızı Ekin’e yazmıştır.
Kitap, 12 Eylül darbesinin neden yapıldığını ve sonrasında neler yaşandığını çok yalın anlatır. 1980 yılında neoliberal siyasal projenin manifestosu sayılabilecek 24 Ocak kararlarının uygulanma imkanı hemen hemen yoktu. İşçiler, öğrenciler, kamu emekçileri, emekliler toplumun hemen bütün kesimleri örgütlü ve siyasal direniş içindeydi.
Ankara 8. Asliye Ceza Mahkemesi’nin kararı, gidişatı olduğu kadar zamanın ruhunu tasavvur etmek bakımından çarpıcıydı. Karar, “Türkiye’de faşizm ve emperyalizme karşı çıkma her Türk vatandaşının görevidir, namus borcudur, insan olma onurunun gereğidir.” diyor ve devam ediyordu “Faşizme ve emperyalizme karşı çıkmayan bir toplumun varolan koşullar içinde insanca yaşamaya, insan olmaya, onurlu bir yaşam sürmeye hakkı yoktur.” İşçilerin, emekçilerin ve halkın siyasal çıkarlarını savunan mecra, faşizan baskıya karşı direnişi bu noktalara kadar yükseltmişken, sermayenin her şeyi bir kenara atarak kılıcın barbarlığına sarılması tarihsel refleks idi.
Rahmi Koç’un darbeden sonra 24 Ocak kararları hakkında söylediği sözler, darbenin cuntacı beş generalin patolojik hezeyanlarından değil, sermayenin tıkanmış damarlarının açılması için yapıldığını açıkça ortaya koydu. "Büyük fark şurdan ileri gelmekledir. 12 Eylül harekatından önce her şeyi demokratik bir sistem altında yapmak zorundaydık. Bu da karar almak, yasa ya da yönetmelik çıkarmak için aylar geçmesini gerektiriyordu. Yani her şey güç ve uzun zaman içinde gerçekleşebiliyor, her şeye politik açıdan bakılıyordu. Ekonomik yaklaşım hep arkadan geliyordu. Askeri yönetim altında fark alınan kararların parlamentodan geçmesi gibi bir zorunluluk olmadığından çok hızlı hareket edebiliyor ve üstelik askeri .yönelim yanlış yapsa bile bunu kısa sürede düzeltebiliyor. En önemlisi ise, tüm bu işlemler yapılırken politik yaklaşımlar söz konusu olmuyor. Çünkü askeri yönetimin parlamento da sandalye kaybı ya da seçmen kaybı diye bir kaygısı yok. En büyük fark askeri yönelimin zamanında ve doğru kararlar almasıyla çok değerli zaman tasarrufumuzun olmasıdır."
Sermaye açısından “zaman tasarrufu” ve “çok hızlı hareket” sonuçlarını kısa sürede gösterdi. 1980-1983 aralığında,“Koç Holding'in geliri 163,7 milyardan, 407 milyara, Sabancı Holding'in geliri 184,8 milyardan, 308 milyara çıktı. 1979'da 8,4 dolar'a kadar çıkan günlük ücret, 1985'de 2,8 dolar'a düştü. Bu tarihlerde ortalama saat ücreti 40 sent olan Türkiye işçisine göre, Amsterdam'da bir işçi 6, Atina'da 3,1, Şikago'da 11,2, Hong Kong'da 3,1 dolar karşılığında çalışıyordu.” Aynı yıllarda bir milyona yakın kişi göz altına alındı, elli kişi idam edildi, yüzlerce kişi işkencede öldü, sakat kaldı, iki yüz elli bin kişi yargılandı.
***
Elimde 80 sayfalık 12 Eylül iddianamesi var, kafamın içinde ise hala “Eylül İmparatorluğu”ndan cümleler dolaşmakta. Neoliberal aklın her şeye egemen olduğu, geçmişe bakışı körleştirdiği şartlarda yargılamanın diğer siyasal davaların akıbetine uğrayacağını düşünüyorum. Yine de izini sürebileceğim bir şeyler bulma umudum iddianameyi okutturuyor.
Son sayfayı da okuyup bitirdiğimde bir tuhaflık olduğunu seziyorum. Özet olarak aklımda kalan şu oluyor. Birtakım marazi generaller darbe yapmaya karar vermiş ve “ülke yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini isteyen güçler tarafından” çıkarılan olaylar ve provokasyonlara müdahale etmeyerek “darbe şartlarının oluşmasını” beklemişler. Nihayet gün bugündür diyerek iktidarı cebren ele geçirmişler ve toplumu tek tipleştirmek amacıyla, insanın utanç duyacağı işkence tekniklerini uygulamaya başlamışlar.
“Peki neden? “ İddianamede ne yazık ki bu sorunun cevabı yok.
Tuhaflık aslında ilk sayfa da başlıyor. Şüpheliler kısmında iki kişi var. Tahsin Şahinkaya ve Kenan Evren. Öte yandan ilerideki sayfalarda sık sık tekrarlanan “darbeye zemin hazırlama ve ülke yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini isteyen güçler”, neden böyle bir durumu ister, kimlerdir ve ilişkileri kimlerledir vb. soruların cevabı yok. Oysa demokrasinin Latince tanımı dahil olmak üzere çeşitleri hakkında fazlaca “bilgi” var.
İddianamenin ikinci bölüm başlarında, “öğretmenler ve polisler arasındaki örgütlenmeler toplumda büyük huzursuzluk oluşturuyordu. Sağcı polisler POL-BİR, solcu polisler POL-DER adı altında, sağcı öğretmenler ÜLKÜ-BİR, solcu öğretmenler TÖB-DER çatısı altında örgütlenmişti. Diğer meslek gruplarında da benzeri karşıt görüşlü örgütlenmeler oluşturulmuştu” cümlelerini görünce tuhaflık had safhaya ulaşıyor.
Zira, şüpheli Kenan Evren’in darbe sebebi olarak gösterdiği bu durum ve konuşmalarında birçok kez aynı kalıpla kullandığı bu cümleler iddianamede savcının ifadesi olarak yer alıyor. Anlaşılıyor ki, askeri cuntanın bir numarası Evren’le iddianameyi yazan savcının zihniyeti örtüşüyor. Daha da ötesi iddianamenin sekizinci bölümünde yer alan sözlerinde Evren yine “polisin ikiye bölündüğünü, POL-DER bir tarafta POL-BİR bir tarafta, öğretmenlerin ayrıca bölündüğü” nü söyleyerek savunma yapıyor.
İddianamede yer alan zihniyetin 12 Eylül’le örtüşme tuhaflığı, ideolojik bölünme, terör olayları, provokasyon gibi 12 Eylül klişelerini anahtar kelime olarak kullanma ve anlatılmak istenen siyasal sürecin içine serpiştirilmiş 1 mayıs 1977, 16 Mart, 1978 Sivas, Maraş, Çorum Katliamları, Abdi İpekçi’nin öldürülmesi, Fatsa Operasyonu gibi olayları da ister istemez hem neden hem de sonuca dönüştürüyor. Bunun yanında iddianamenin en uzun bölümünü oluşturan işkence mağdurlarının anlatımları, yargılamayı genişletecek önemli birçok veri sunmakla birlikte değerlendirmeler işkence teknikleriyle sınırlanıyor, ötesine geçmemeye özen gösteriliyor. Oysa yürünecek yolun önemlice kısmı o verilerde gizli.
Son olarak “Amerika ile birlikte dünyanın iki süper gücünden biri olan S.S.C.B halkına yaptığı baskı ve mezalim karşısında daha fazla dayanamamış, dağılarak, bir çok yeni devlet kurulmuştur. Şu anda Rusya olarak dünyanın ve ortak aklın kabul ettiği liberal ekonomi ve özgürlükler anlayışını kabul ederek yeniden süper güç olma yolunda ilerlemektedir.” cümlesini okuyunca artık iddianame değil, kaba bir siyasi propaganda metni karşısında olduğumu anlıyorum. Taşlar yerli yerine oturuyor.
12 Eylül’le birlikte “geçmiş” “ veya “tarih” sözcüklerini sıkça kullansak dahi, darbe ile başlayan neoliberal siyasal proje henüz tarih olmuş değil. O günlerde çocukluk dönemini yaşayan, ancak devletin kaba, zor aygıtlarıyla uygulanabilen “o” siyasal proje bugün yetişkin oldu ve “ustalık” dönemini yaşıyor. Geçmişin “kabalıklarından” arınması gerekli. Dolayısıyla 12 Eylül rejimi de denen genetik kodların yetkinleşerek sürüyor olması 12 Eylül zihniyetiyle 12 Eylül’ü yargılamak gibi bir tuhaflığa dönüşüyor. Anlıyorum ki, cambaza bak taktiklerinden biri olarak Evren ve Şahinkaya yargılaması yapılırken biz bir kez daha, sebepleri, ilişkileri, tatbikatçıları hukukun labirentleri arasında kaybedilen bir davaya hazırlanıyoruz.
***
“Eylül İmparatorluğu”nun sayfalarını karıştırırken, ezberimizi bozan bir iddianame kaç türlü yazılabilir diye düşünüyorum. O tarihi oluşturan “ gerçek insan” “gerçek hayat” izlerini ıskalamadan her anın, her hikayenin, her fotoğrafın iddianamesi. Yalanla gerçeğin birbirine karıştığı o tuhaf iddianameleri sahiplerinin suratına çarpan, insani, sosyal, moral değerleri ortadan kaldıranları “insanlığa karşı suç”tan mahkum eden. Bizi razı etmek istedikleri Evren ve Şahinkaya’yı alın ruhunuzu verin teklifine itiraz eden. Sahi, ezberimizi bozan bir iddianame kaç türlü yazılabilir?
YORUM YAZIN