Suzan Zengin'in Anısına
Sevgili Suzan, (*)
Günlerden Cumartesi… Hazan mevsiminin tam ortasında, Ekim’in 15’indeyiz.
Dışarıda griye kesmiş, asık suratlı, soğuk bir hava hüküm sürüyor.
Bense her zamanki gibi pencerenin önünde, masamdayım…
Betonun o keskin soğuğu ayak parmaklarımdan dizlerime doğru ilerlerken; hüzün yüklü bu sonbahar gününde, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun şarkısını dinliyorum.
Beynimin kıvrımlarında dolaşıyorsun. Gazetedeki fotoğrafın canlanıyor gözümde. Öfke dolu yüreğim sıkılı bir yumruk gibi, isyan ediyor gidişine.
Yağmurun betona çarparken çıkardığı ses, bir çığlık gibi kulaklarımı dolduruyor.
Bu haksız, bu erken gidişe doğanın isyanı da bu olsa gerek diyorum kendi kendime.
Radyodan tahliye haberini dinlediğimde çok sevinmiştim. Sevdiklerinin yanında olacaktın artık. Sevgileriyle seni sarıp sarmalayacaklardı. Sağlığına kavuşman için hep yanında olacaklardı.
Her hastaneye gidişinde, bir dizi eziyeti çekmeyecektin.
Muayene sırasında ısrarla içeride kalmak isteyen askerler olmayacaktı. Hastane yolunda ringin o havasız, pis kokusunu solumak zorunda kalmayacaktın.
Tutsaklığın karşına çıkardığı sorunlardan uzak olacaktın.
Bütün bunları düşünüp tahliyene sevinirken; bilemezdim (bilemezdik) bu tahliyenin seni sevdiklerinin yanında ölüme göndermek olduğunu…
İki yıla varan tutsaklığın boyunca sağlık sorunlarının iyice arttığından haberdardım. Ama emin ol, bu kadarını, ölümün o soğuk yüzünü yanına bile yaklaştırmadım hiç!
Basından takip ediyordum seni. Katıldığın her etkinlikte ardında bıraktığın hasta tutsakların sesi olmaya çalıştın hep!
Kendini “şanslı” sayıyordun belki.
Biz de öyle düşünmüştük senden yana.
Meğer hepimiz yanılmışız. Kalbinin artık son sınırına geldiğini anlayamamışız.
Gidişini Perşembe sabahı (13 Ekim) duruşmada öğrendim.
Avukat Gülizar Tuncer savunmasında yargı sistemindeki adaletsizliğe ve keyfiliğe dair örnekler veriyordu. Söz senin yargılandığın dosyaya da geldi.
O anda sevdiceğim akşam yaşamını yitirdiğini söyledi.
İnanamadım! İnanmak istemedim! Aklımın ve yüreğimin isyanına eşlik eden gözyaşlarıma “dur” demek içimden gelmedi.
Bilirsin böyle yerlerde, an’larda her zaman ağlamamak gerektiği söylenir, telkin edilir.
Ne yazık ki, böyle bir kültür de yaratılmış.
Ama oldum olası, hiç sevmedim bu anlayışı.
Ağız dolusu gülmek, şen kahkahalar atmak ne kadar insaniyse, normalse… Acılar karşısında isyana duran aklımız ve yüreğimize gözyaşlarımızın eşlik etmesi de o kadar insani ve normal…
O sebepten, türkülerimize, şiirlerimize işlenmiş “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” söylemini de hiç benimsemedim. İnsanı nesneleştirdiğine inandım bu bakış açısının.
Bu nedenle acılarımızı da, sevinçlerimiz gibi özgürce yaşamamız gerektiğine inandım. Ve öyle yaşadım, öyle yaşamaya gayret ediyorum.
Sevgili Suzan; bilirsin bu ülke yargılı ve yargısız infazlar cennetidir. Sana yaşatılanlar ve bu erken gidişin de yargı yoluyla işlenmiş bir cinayet olarak tarihe geçecek.
Ve sen güzel kadın… Kadın yoldaşlarının, dostlarının omuzlarında sonsuzluğa uğurlanırken… Ardında bıraktıklarınla, gelecek düşlerimizde hep yaşayacaksın…
Hoşçakal sevgili arkadaşım… Hoşçakal Sevgili Suzi!..
(15 Ekim 2011, Füsun Erdoğan, Kandıra 2 No’lu T Tipi Cezaevi)
(*) Özgür Gelecek ve Partizan dergilerinin Kartal muhabiri, gazeteci ve çevirmen arkadaşımız Suzan Zengin 28 Ağustos 2009’da, İstanbul Terörle Mücadele Şubesi ekiplerince evine yapılan baskınla gözaltına alınmış ve TMY kapsamında bir dosyaya monte edilerek, iki yıla yakın bir süre tutuklu kalmıştı. Bu süreçte var olan sağlık sorunlarının artmasını dikkate almayan 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nce, 14 Haziran 2011’de tahliye edildi. Eylül sonunda geçirdiği açık kalp ameliyatından sonra bir daha uyanmadı Sevgili Suzan… Onu 12 Ekim akşamı kaybettik. Tutuklu Gazete’nin 1. sayısında Suzan da yazmıştı. Yeni tahliye olmuş bir meslektaşımız olarak Suzan’ın gidişini öğrendiğimde yazmıştım bu mektubu… İstedim ki, ikinci sayıda Suzan da olsun…
Günlerden Cumartesi… Hazan mevsiminin tam ortasında, Ekim’in 15’indeyiz.
Dışarıda griye kesmiş, asık suratlı, soğuk bir hava hüküm sürüyor.
Bense her zamanki gibi pencerenin önünde, masamdayım…
Betonun o keskin soğuğu ayak parmaklarımdan dizlerime doğru ilerlerken; hüzün yüklü bu sonbahar gününde, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun şarkısını dinliyorum.
Beynimin kıvrımlarında dolaşıyorsun. Gazetedeki fotoğrafın canlanıyor gözümde. Öfke dolu yüreğim sıkılı bir yumruk gibi, isyan ediyor gidişine.
Yağmurun betona çarparken çıkardığı ses, bir çığlık gibi kulaklarımı dolduruyor.
Bu haksız, bu erken gidişe doğanın isyanı da bu olsa gerek diyorum kendi kendime.
Radyodan tahliye haberini dinlediğimde çok sevinmiştim. Sevdiklerinin yanında olacaktın artık. Sevgileriyle seni sarıp sarmalayacaklardı. Sağlığına kavuşman için hep yanında olacaklardı.
Her hastaneye gidişinde, bir dizi eziyeti çekmeyecektin.
Muayene sırasında ısrarla içeride kalmak isteyen askerler olmayacaktı. Hastane yolunda ringin o havasız, pis kokusunu solumak zorunda kalmayacaktın.
Tutsaklığın karşına çıkardığı sorunlardan uzak olacaktın.
Bütün bunları düşünüp tahliyene sevinirken; bilemezdim (bilemezdik) bu tahliyenin seni sevdiklerinin yanında ölüme göndermek olduğunu…
İki yıla varan tutsaklığın boyunca sağlık sorunlarının iyice arttığından haberdardım. Ama emin ol, bu kadarını, ölümün o soğuk yüzünü yanına bile yaklaştırmadım hiç!
Basından takip ediyordum seni. Katıldığın her etkinlikte ardında bıraktığın hasta tutsakların sesi olmaya çalıştın hep!
Kendini “şanslı” sayıyordun belki.
Biz de öyle düşünmüştük senden yana.
Meğer hepimiz yanılmışız. Kalbinin artık son sınırına geldiğini anlayamamışız.
Gidişini Perşembe sabahı (13 Ekim) duruşmada öğrendim.
Avukat Gülizar Tuncer savunmasında yargı sistemindeki adaletsizliğe ve keyfiliğe dair örnekler veriyordu. Söz senin yargılandığın dosyaya da geldi.
O anda sevdiceğim akşam yaşamını yitirdiğini söyledi.
İnanamadım! İnanmak istemedim! Aklımın ve yüreğimin isyanına eşlik eden gözyaşlarıma “dur” demek içimden gelmedi.
Bilirsin böyle yerlerde, an’larda her zaman ağlamamak gerektiği söylenir, telkin edilir.
Ne yazık ki, böyle bir kültür de yaratılmış.
Ama oldum olası, hiç sevmedim bu anlayışı.
Ağız dolusu gülmek, şen kahkahalar atmak ne kadar insaniyse, normalse… Acılar karşısında isyana duran aklımız ve yüreğimize gözyaşlarımızın eşlik etmesi de o kadar insani ve normal…
O sebepten, türkülerimize, şiirlerimize işlenmiş “ölen ölür kalan sağlar bizimdir” söylemini de hiç benimsemedim. İnsanı nesneleştirdiğine inandım bu bakış açısının.
Bu nedenle acılarımızı da, sevinçlerimiz gibi özgürce yaşamamız gerektiğine inandım. Ve öyle yaşadım, öyle yaşamaya gayret ediyorum.
Sevgili Suzan; bilirsin bu ülke yargılı ve yargısız infazlar cennetidir. Sana yaşatılanlar ve bu erken gidişin de yargı yoluyla işlenmiş bir cinayet olarak tarihe geçecek.
Ve sen güzel kadın… Kadın yoldaşlarının, dostlarının omuzlarında sonsuzluğa uğurlanırken… Ardında bıraktıklarınla, gelecek düşlerimizde hep yaşayacaksın…
Hoşçakal sevgili arkadaşım… Hoşçakal Sevgili Suzi!..
(15 Ekim 2011, Füsun Erdoğan, Kandıra 2 No’lu T Tipi Cezaevi)
(*) Özgür Gelecek ve Partizan dergilerinin Kartal muhabiri, gazeteci ve çevirmen arkadaşımız Suzan Zengin 28 Ağustos 2009’da, İstanbul Terörle Mücadele Şubesi ekiplerince evine yapılan baskınla gözaltına alınmış ve TMY kapsamında bir dosyaya monte edilerek, iki yıla yakın bir süre tutuklu kalmıştı. Bu süreçte var olan sağlık sorunlarının artmasını dikkate almayan 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nce, 14 Haziran 2011’de tahliye edildi. Eylül sonunda geçirdiği açık kalp ameliyatından sonra bir daha uyanmadı Sevgili Suzan… Onu 12 Ekim akşamı kaybettik. Tutuklu Gazete’nin 1. sayısında Suzan da yazmıştı. Yeni tahliye olmuş bir meslektaşımız olarak Suzan’ın gidişini öğrendiğimde yazmıştım bu mektubu… İstedim ki, ikinci sayıda Suzan da olsun…

YORUM YAZIN