Header Ads

Hapishanede Bir Yıl Nasıl Geçer?

- MERVE MENTEŞ -
Dönerim olmaz, yatarım olmaz
Upuzun hint fakiri yatağı gece
Öyle bir batar ki dört yanımdan
Ayağım uzatırım parmaklık
Elimi uzatirim soğuk duvar…*

"Bir yıl daha geçti demir parmaklıklar arasında. Kim bilir daha kaç yılım geçecek buralarda..." diyordu serüvenci mektubunda... Evet, bir yıl daha geçti... Belki bizler, "dışarıdakiler" saat tam on ikiyi vurduğunda eğlenerek, ağız dolusu kahkahalar atarak, önümüze kurduğumuz bir çilingir sofrasında, sevdiklerimizle birlikte geçirdik bir yılımızı daha… Ama içerideki canlarımız, o kör olası taş duvar arasında, parmaklıklarla çevrili pencerelerinden, kara bir noktaya bakarak geçirdiler yeni yıllarını.

Hapishaneden bir mektup daha ulaştı elime. İlk kez bir mektubu okurken canım bu kadar yandı. Ağlamayı pek beceremem ama bu serüvencinin mektubu beni bile ağlatmayı başardı: “Acı çekmek özgürlükse, özgürüz ikimizde” diyor radyo, bu böyle olmadı diyor serüvenci… İsterdi ki, bari yeni bir yıla girerken keyifli bir şarkı çalsın radyo… Radyo da unutmuştu dört duvar arasında olanları… Bari sen yapma diyordu Ahmet ağabey… Bari bugün neşeli bir şarkı mırıldan. Serüvenci de anlıyordu ki; “Ahmet ağabey de acı çekiyordu” ama yine de “özgürüz” diyordu. Dışarıda günler kolay geçer ama benim asıl merak ettiğim içeride, hapishanede bir yıl nasıl geçer? Bu sorumun cevabını da veriyordu serüvenci…

"Hapishanede yılbaşı geceleri hüzünlü geçer. Güleriz, eğleniriz ama derinlerde bir şeyler kırılıyordur, hissedersin mutlaka." Hapishaneden gelen her mektup biraz isyan, biraz direniş, biraz da adalet istemi getirir avuçlarıma. Benim gücüm yetmez hepsini karşılamaya ama bir nebze de olsa onların sesine ses, çığlıklarına çığlık olmak isterim aslında... Elimden geldiğince yanlarında olurum. Belki yaptığım haberlerde, belki de onlara içten, sıcak bir mektupla ulaşırım koğuşlarına. “Üzülme arkadaş ben varım, biz vaıiz” derim… “Başını dik tut, ezilme zulmün elinde, diren kötüye, namerde...” Belki söylemesi, yazması kolaydır ama bunu gerçekten de isterim aslında. Kendimi onların yerine koyarım. Acaba ben onlarin yerinde olsaydım ne yapardım? – Ne yapabilirdim? diye sorarım… Hapishaneye ilk girişte onursuzca, çırılçıplak soyarak arama dayatan gardiyanlara nasıl karşı koyardım? Lağım gibi kokan süngerli odaya girsem, geceleri nasıl uykuya dalardım? Tecrit cezası alsam, iki avuç boyundaki farelerle arkadaş olmay başarabilir miydim? Fareler üstüme gelmesin diye, gözlerim açık bir şekilde o karanlık odada fare seslerini takip ederek bir gecemi daha sabah edebilir miydim? Mahkemeye ya da hastaneye giderken o kutu gibi, havasız, minicik cami olan, aynı zamanda kilit üstüne kilit vurulan ring arabasında, ellerim arkadan kelepçeli ve aracın son sürat gitmesiyle kafamın sağa sola çarpmasına karşılık, araçtan inerken şoföre ağız dolusu küfürü basabilir miydim? Acaba mahkemede hiç tanımadığım, yüzünü ilk defa gördüğüm, adının da hâkim olduğunu öğrendiğim bir adamın, benim özgürlüğümü, geleceğimi, ailemi çalmasına izin verebilir miydim? “Bilmem ne sayılı kanunun, bilmem ne kaçıncı fikrası gereğince daha iyi bir yaşam, sömürüsüz bir dünya, gülen, mutlu bir halk istediği için bu çocuğa müebbet hapis veriyorum” demesine karşılık ne diyebilirdim? Gerçekten de içimden geçen “Hop dedik hâkim bey, sen kimsin ki benim geleceğimin içine bu kadar kestirmeden, düşüncesiz bir şekilde birkaç fıkra öğrenip karşıma geçip hayatımın içine ediyorsun” diye sorabilir miydim? Ya da “Sen beni yargılayamazsın, asıl halk olarak, devrimciler olarak ben seni yargılarım” diye bilir miydim? Sahi… Bunları gerçekten de yapabilir miydim?

Belki bunların bir şekilde üstesinden gelebilirdim ama içerideki insanların yerine kendimi koyduğumda en çok zoruma giden de, dışarıda yoldaş dediğim insanların, birlikte omuz omuza mücadele ettiğim, birlikte cop yediğim, birlikte gözaltına alındığım arkadaşlarımın içeriye girdiğimde beni unutmalarını kaldıramazdım. İşte en çok da bu koyardı bana… Annem babam, kilometrelerce uzak olan memleketimden beni “bir saat” görebilmek için geldiğinde “Ha güzel kızıım, devrim dedin, mücadele dedin, halk dedin, yoldaş dedin… Güzel dedin demesine de peki o yoldaşların, o halkın şimdi nerede? Ziyaretine geliyorlar mı? Bir satır da olsa merhaba yazıp gönderiyorlar mı?” diye sorduklarında onlara ne cevap verirdim? Belki “Anne, baba ben birkaç satırlık mektup almak için mücadele etmedim. Ben inandığım dava uğruna mücadele ettim ve şu an buradayım… Varsın bir iki satır yazmasınlar, varsın beni unutmuş olsunlar… Benim içim rahat” diyebilir miydim? Bunlari belki söylerdim ama içimde bir yerlerde “Yoldaşlarım, halkım neredesiniz? Beni gerçekten de unuttunuz mu?” diye sorardım…

Bu yazıyı okuyan her kim olursa olsun… İçeride onurlu, sizlerin daha iyi bir yaşam sürmeniz için mücadele eden insanların var olduğunu unutmayın… Onları ister tanıyın, ister tanımayın bir iki satır mektup da olsa yazın… ‘İleri demokrasi’nin koşar adımlarla daha da fazla ileri gittiği bir ülkenin halkıyız... 'Sıra kimde?' diye sormayın…

Sıra sizde, unutmayın…

* birgun.net adresinden alınmıştır.
**  Ersin Ergün Keleş

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.