Lula Brezilyası
![]() |
| - PERRY ANDERSON - |
Lula bu başarısını, toplumsal duyarlılıklarıyla serinkanlı bir politik hesap kitap becerisini –ya da halefi Dilma Roussefff’in ifade ettiği şekilde, rasyonel değerlendirmeler ve duygusal zekâyla canlı bir mizah anlayışını ve kişisel cazibeyi– istisnai bir biçimde yan yana getirebilmesine borçlu. Fakat bu başarıyı, en azından başlangıcındaki muazzam toplumsal hareketlenmeden ayrı düşünemeyiz. Lula’nın işçilikten devlet liderliğine uzanan öyküsü kişisel bir zafer addedilemez. Bu öykünün gerisinde Brezilya’nın ilk modern siyasi partisini yaratmış olan son otuz yılın en kayda değer sendika hareketlenmesi var. Böylesi karizmatik bir kişilikle ülke çapında yaygın bir kitle hareketlenmesinin birleşimini alt etmek kolay değildir.
Diğer yandan Lula’nın başarısını sonucu baştan belli bir öykü olarak da görmemek gerekir. 2002’de seçilen Lula hükümeti tatsız bir başlangıç yapmış ve kısa sürede uçurumun kenarına gelmişti. Selefinin ekonomik mirasının damgasını vurduğu ilk senenin ardından Emekçiler Partisinin (Partido dos Trabalhadores–PT) üzerine inşa olduğu tüm umutlar neredeyse tümüyle yitip gitmişti. Fernando Henrique Cardoso’nun başkanlığı sırasında kamu borçları ikiye katlanmış, cari açık Latin Amerika ortalamasının iki katına çıkmış, nominal faiz oranları yüzde 20’yi aşmış ve de seçim sürecinde ülke parası yarı yarıya değer kaybetmişti. Arjantin tarihin en büyük borç iptalini yapmıştı; mali piyasaların gözünde sıradaki ülke Brezilya’ydı. Yatırımcıların güvenini yeniden kazanmak isteyen Lula, Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığına son derece ortodoks bir ekonomi ekibi getirdi. Bu ekip faiz dışı bütçe fazlasını IMF’nin dahi talep ettiği seviyenin üzerine çıkarabilmek için faiz oranlarını daha da arttırdı ve kamu yatırımlarını tırpanladı. Yurttaşlar açısından bunun anlamı, büyüme yüzde elli düşerken fiyatların ve işsizliğin yükselmesi idi. Ancak parti militanlarının esas canını sıkan tahvil sahiplerine verilen ‘borçlar ödenecek’ taahhütleri idi. 2004’te ihracatta toparlanma yaşandıysa da büyüme aynı seviyede kaldı. Kamu borçları artmaya devam ediyordu, faiz oranları ise bir kez daha yükseltilmişti. Bir önceki dönemin yandaşları muzafferane bir edayla Cardoso ile Lula arasındaki devamlılığa işaret ediyorlardı. Partido dos Trabalhadores için övünecek pek de bir şey kalmamıştı.
Medya tarafından dört bir yanı kuşatılan ve yasama tarafından sürekli olarak hırpalanan Lula’nın elinde durumu kurtarmakla kalmayıp onu toptan dönüştürecek olan iki kart vardı. İlki sürekli bir ekonomik iyileşmenin yeniden tesis edilmesiydi. Yüzyılın en kötü durgunluğunun ardından –1990’larda ortalama 1,6 olan yıllık büyüme Cardoso’nun başkanlığındaki sekiz sene zarfında 2,3’ün üzerine çıkmamıştı– GSMH 2004’ten 2006’ya 4,3 seviyesinde artmıştı. Bu sıçramanın gerisinde esasen dışsal bir kaynak vardı. Bu yıllarda emtia fiyatlarında genel bir yükseliş yaşanırken Çin’in Brezilya’nın en değerli iki ihraç ürünü olan soya ve demir cevherine olan talebi artmıştı. ABD merkez bankası FED ülkedeki finansal balonların patlamasına engel olmak için faiz oranlarını yapay bir biçimde düşük tutunca Greenspan’ın planı Brezilya’ya ucuz sermaye akışına neden olmuştu. İş imkânları artıp işsizlik azalınca ülkedeki haletiruhiye de değişti. Dahası bu iktisadi yükselişle beraber devletin gelirleri de artmaya başlamıştı. Hükümetin ikinci kozunu oynamasında bu durum kritik bir rol oynayacaktı.
Lula başından itibaren yoksullara yardım etmeye kararlıydı. Zengin ve güçlü olanların onayı gerekliydi elbet, ama sefaletle de geçmişte olduğundan daha etkili biçimde mücadele edilmeliydi. Lula’nın ilk girişimi, her Brezilyalıya asgari bir desteğin verilmesini öngören Sıfır Açlık programı, fiyaskoyla sonuçlandı. İkinci yılda hâlihazırda mevcut olan kısmi programları birleştirip kapsamını da genişleterek Bolsa Família programını başlattı. Bugün artık Lula’nın alametifarikası haline gelen bu program, çocuklarını okula gönderdiklerini ve düzenli olarak sağlık kontrolünden geçirdiklerini kanıtlamaları şartıyla nüfusun en yoksul tabakasındaki annelere aylık nakdi gelir transferi öngörüyordu. Ödemeler hayli düşüktü: Şu an için çocuk başına 12 dolar ya da ayda ortalama 35 dolar. Yereldeki uygunsuzlukların önüne geçmek için doğrudan federal hükümet tarafından yapılan ödemeler 12 milyondan fazla hane halkına, yani nüfusun dörtte birine ulaşıyor. Ne var ki programın ekonomik maliyeti son derece düşükken politik kazancı hayli yüksektir. Bu kazancın gerisindeki tek neden mütevazı bir biçimde de olsa yoksulluğun azaltılması için yardımda bulunup ülkenin en geri kalmış bölgelerinde talebi arttırmış olması değil. Buradaki sembolik mesaj da bir o kadar önemli: Devlet, ne kadar yoksul ya da ezilmiş olursa olsun, her Brezilyalının rızkını gözetir, onu sosyal haklara sahip bir yurttaş olarak görür. Halkın gözünde Lula’nın bu değişimle özdeş olması ona muazzam bir politik güç kazandırıyor.
Maddi anlamda bakarsak asgari ücretteki artışların önemi çok daha fazladır. Bu artışlar tam da yolsuzluk skandalları patlak verdiğinde başladı. 2005’te artış oranı gerçek rakamlarla bir önceki yılın iki misliydi. 2006’daki seçim yılında artış daha da büyük oldu. 2010’a gelindiğinde kümülatif artış oranı yüzde 50’ydi. Aylık 300 dolar civarındaki asgari gelir formel istihdam alanındaki herhangi bir işçinin gelirinin altındadır. Ancak emekli maaşları asgari ücrete endeksli olduğundan buradaki bir artış en az 18 milyonluk bir nüfusa doğrudan fayda sağlamakta. Gene dolaylı yollardan enformel sektörde çalışan işçilerin –ki bunlar Brezilya işgücünün büyük çoğunluğunu teşkil eder– işverenleri karşısında ellerini kuvvetlendirmekte. Bu tedbirlerin etkisini arttıran bir başka etken de hükümet tarafından devreye sokulan crédito consignado’dur: Daha önce hiç banka hesabı sahibi olmamış olanlara hane harcamaları için verilen ve ödemeleri otomatik olarak aylık ücretlerden ya da emekli maaşlarından kesilen banka kredileri. Şartlı nakit transferleri, yüksek asgari ücret ve banka kredisi imkânları halkın tüketiminde sürekli bir yükselişe neden olmuş, bu da daha fazla işin yaratılmasını sağlamıştır.
Hızlı ekonomik büyüme ve artan toplumsal aktarımlar yoksulluğu Brezilya tarihinde görülmedik ölçüde geriletti. Kimi tahminlere göre bu altı senede yoksulların sayısı 50 milyondan 30 milyona geriledi, açlık sınırının altında yaşayanların oranı yüzde 50 azaldı. Bu dramatik dönüşümün yarısı ekonomik büyümeyle sağlansa da kalan yarısı gene büyümeden elde edilen gelirlerin mümkün kıldığı sosyal programlar sayesinde oldu. Bu türden programlar gelir destekleriyle de sınırlı değil üstelik. 2005’ten beri hükümetin eğitime harcadığı para üç katına, üniversite öğrencisi sayısı da iki katına çıktı. 1990’larda Brezilya yükseköğrenim sistemi kamusal vasfını neredeyse bütünüyle yitirmişti, öğrencilerin dörtte üçü vergi muafiyetlerinden yararlanan özel üniversitelere gidiyordu. Vergi muafiyetlerine karşılık bu okullara yoksul ve beyaz olmayan öğrencilere burs sağlama zorunluluğu getirildi.
2006 itibariyle tüm hedeflere henüz ulaşılamamıştı. Ama Lula’yı rakiplerinin hışmından koruyacak kadarı da gerçekleştirilmişti. Kamuoyu art arda patlayan skandallara kayıtsız değildi, anketlerde oylar kayda değer biçimde düşmüştü. Ama halkın yaşamındaki iyileştirmeler göz önüne alındığında bunların o kadar da önemi yoktu. Baharda siyasi manzara o kadar tersine dönmüştü ki, anketlere bakan Serra, Lula karşısında hiçbir şansı olmadığına karar verdi ve sonbahardaki seçimde son seferdeki başarısını tekrarlayacak olan rakibinin karşısına kendi partisinden hiçbir şansı olmayan bir ismi saldı. Ancak bu sefer toplumsal kompozisyon değişmişti. 2002 seçimlerinde Lula’nın peşinden giden ama yolsuzluklardan hoşnut olmayan orta sınıf onu terk ederken, yoksullar ve yaşlılar daha da artan oranlarda ona oy verdi. 2006 seçimlerinde ton daha az dostaneydi. Başkan bu sefer bir önceki iktidarın özelleştirmelerine karşı saldırgan bir hamle başlatmıştı. Lula ile Cardoso hükümetleri arasında bu manada ciddi bir uçurum vardı, Lula döneminde tek bir kurum özelleştirilmemişti. Kamu varlıklarının elden çıkarılması Brezilya’da hiçbir zaman hoş karşılanmamıştır. Mesaj yerini buldu.
Sosyo-ekonomik başarısı ve zorlu politik zaferinin ardından Lula ikinci döneminde çok daha kendine güvenliydi. Halkının çoğunluğunu mütevazı bir refah seviyesine ulaştırarak onların sevgisini kazanmakla kalmamış, kendi idaresinin de kontrolünü bütünüyle ele geçirmişti. Önde gelen bakanlarından ikisi gitmişti. Bu durum onu Brasilia’nın tek hâkimi yapmıştı. İkinci döneminin ortalarına doğru esas büyük sınavına çıktığında bunu da kazasız belasız atlatmayı bildi. 2008’de Wall Street’in çöküşü ABD için bir tsunami demek olabilirdi, ama Brezilya için küçük bir su kabartısından –uma marolinha– fazlası olmayacaktı. Basın onun bu sözlerini ekonomi alanındaki cahilliğinin ve sorumsuzluğunun kanıtı olarak değerlendirdi.
Ama Lula sözünde haklı çıktı. Alınan tedbirler hızlı ve etkiliydi. Düşen vergi gelirlerine rağmen sosyal transferler arttırıldı, rezerv gereklilikleri sınırlandırıldı, kamu yatırımları arttırıldı ve özel tüketim desteklendi. Krizin aşılmasında yerel bankacılık sisteminin yardımı oldu. Sıkı kontroller, rezerv tabanının çarpanlarının ABD seviyesinin hayli altında tutulması ve de artan şeffaflık, Brezilya bankalarını Amerikan bankalarından çok daha iyi seviyede tuttu ve ülkeyi fecaat boyutlarına varabilecek bir mali çöküşten kurtardı. Ancak ekonomiyi çekip çeviren etkin ve uyumlu devlet politikasıydı. Lula’nın iyimserliğinin bir işlevi vardı: Korkmamaları tembihlenen Brezilyalılar dışarı çıkıp harcama yapmış, böylece talep yüksek tutulmuştu. 2009’un ikinci çeyreği itibariyle yabancı sermaye ülkeye geri geliyordu, senenin sonunda kriz aşılmıştı. Lula’nın ikinci döneminin sonuna gelindiğinde ekonomi yüzde 7’nin üzerinde büyüme kaydediyor, açıklarda bulunan yeni petrol kaynaklarıyla tabiat ana başkana gülümsüyordu.
Peki bu karneyi tarihsel olarak nasıl yorumlamalıyız? Brezilya’da bu alanda birbiriyle çelişen üç farklı yorum var. Entelijansiya arasında ve basında halen egemen konumda olan Cardoso ve takipçileri için Lula kıtada var olmuş en gerici gelenekleri bünyesinde barındıran bir figür; Lula iktidarı, demokrasi ve medeniyeti hor gören, kitlelerin teveccühünü hayırseverlik ve dalkavukluk yoluyla satın alan, karizmatik lider üzerinden yürüyen demagojik popülizmin bir başka varyantı. Brezilya’ya bu feci mirası bırakan kişi, iktidara ‘yoksulların babası’ olarak seçim sandığından çıkarak dönen ve dönemindeki hukuksuzlukların ortaya çıkmasının ardından melodramlara yaraşır bir intiharla hayatına son veren diktatör Getúlio Vargas’tır. Arjantin’de ise Perón yönetimi çok daha büyük felaketlere ve yolsuzluklara imza atmıştı. Cardoso’nun iddiasına göre, Lulismo, ölçeği daha küçük olsa da, manipülasyonda ve otoriterlikte geri kalmayan ‘bir tür alt-Perónizm’dir. Bu tasvirin gerisinde yatan kuyruk acısını yakalamak çok da zor olmasa gerek. Cardoso halkın gözünde hiçbir zaman bu kadar sevilen bir figür olmamıştı.
Ancak tarihsel olarak bakıldığında, bırakın Perón’u, Vargas’la yapılan mukayeseler dahi esas noktayı kaçırır. Bu iki ismin hükümdarlık biçimleriyle Lula’nınki arasındaki fark son derece yapısaldır. Vargas’ın retoriği pederşahi ve duygusaldı, Perón’unki ise coşturucu ve agresif. Üstelik bunların kitlelerle kurdukları ilişki de son derece farklıydı. Vargas iktidarını, yeni kentleşmiş işçilerin koruyucu bir emek yasasıyla ve iğdiş edilmiş bir sendika sisteminin yukarıdan dayatılmasıyla politik sisteme pasif bir aktör olarak eklemlenmesi üzerine kurmuştu. Perón ise kendisini var eden sendika militanlığı içindeki proleter enerjiyi körükleyerek işçileri oligarşik iktidara karşı aktif savaşçılar olarak kışkırtmıştı. İlki ‘halk’ın gözü yaşlı imgesine oynarken, diğeri los descamisados’un öfkesine seslenmişti.
Lula’nın iktidar pratiğinde ise bunların hiçbiri yoktur. Onun iktidara yükselişi, Vargas’ın ya da Perón’un öngörebileceğinden katbekat daha modern ve demokratik bir sendika hareketi ve politik parti üzerine inşa olmuştu. Ancak zaman içinde Lula dördüncü denemesinde başkanlığı kazanırken PT de bir seçim aygıtına dönüştü. Lula iktidardayken kendisini oraya taşımış olan seçmen kitlesini ne mobilize etmeye çalıştı ne de eklemlemeye. Halkın hayatına şekil veren yeni yapısal değişiklikler olmadı. Lula iktidarının alametifarikası kitlelerin demobilize edilmesiydi. 1980’lerde, yani Lula ismini bir sendika lideri olarak duyurduğunda ülkedeki formel işgücünün yüzde 30’undan fazlası sendikalarda örgütlüydü. Bugün bu oran yüzden 17’dir. Düşüş onun başkan olmasında önce başlamıştı ama bu dönemde bu durumu değiştirecek bir şey de yapılmadı. Tarihi Vargas iktidarının en gerici dönemindeki (Estado Novo) faşist esintili yasamaya kadar giden imposto sindical’e bile dokunulmadı. Hâlbuki yasanın getirdiği emirler PT tarafından haklı olarak sendika militanlığını baltalamanın mekanizması olarak görülmüş ve parti 1980’lerin başında bu yasanın iptalini temel bir talep olarak dillendirmişti. Diğer taraftan klasik popülizmin karakteristiği olan kayırmacı formlar da yeniden üretilmiş değildir. Bolsa Família patronaj sistemlerinden azade, gayrişahsi bir biçimde uygulanmaktadır. Buradaki iktidar örüntüsü tümüyle farklıdır.
İkinci yorum farklı bir paralelden ilerler. Lula’nın ilk döneminde ona basın danışmanlığı yapan, bağımsız ve özgün fikirli bir siyaset bilimci olan André Singer, Lulismo’yu Brezilya yoksullarının psikolojisini merkeze alarak analiz eder. Ona göre nüfusun neredeyse yarısını oluşturan –tam olarak yüzde 48– bu alt-proletarya iki temel duygu üzerinden hareket eder: Devletin eşitsizlikleri dizginleyebileceği umudu ve toplumsal hareketlerin düzensizlik yaratabileceği korkusu. Singer’ın okumasında, hangi biçimi alırsa alsın –silahlı mücadele, enflasyon ya da işçi eylemliliği olabilir bu– istikrarsızlık yoksulların hayaletidir. Sol bu durumu anlamayı beceremediği için sağ yoksulların oylarını muhafazakârlığa kazandırabilmiştir. 1989’da Lula görece daha müreffeh olan güneyin oylarını kazanmış ama anarşi tehlikesini öne süren Fernando Collor rahat bir zafere yoksulların oylarıyla ulaşmıştır. 1994 ve 1998’te Cardoso’ya oy kazandıran enflasyonla mücadele olmuştur. Lula ancak 2002’te, huzur bozucu radikal güçlerle bir ilgisi olmadığı yönünde bir teminata ihtiyaç duyanın yalnızca bankacılar ya da inşaatçılar değil aynı zamanda sokak satıcıları ve gecekondu sakinleri olduğunun ayırdına varabilmiştir. 2006’ya gelindiğinde ise işler tersine dönmüş, orta sınıf ondan uzaklaşırken alt-proletarya kitleler halinde ona oy vermiştir.
Lula’nın ilk dönemindeki ekonomik ortodoksi ve de ikinci dönemde azalarak da olsa devam eden hat, sermayeye verilmiş basit tavizlerden biraz daha fazlasıdır. Bu tedbirler, formel istihdam alanında çalışan işçilerin aksine kendilerini enflasyona karşı koruyamayacak durumda olan ve grevlerden günlük hayatlarına yönelmiş birer tehdit olduğu için belki zenginlerden bile daha fazla nefret eden yoksulların ihtiyaçlarına yanıt vermiştir. Cardoso’nun ardından gelen Lula, enflasyonla savaşı sürdürürken geniş kesimlerin tüketimini de arttırmaya yönelmiştir. Lula’nın projesi fiyat istikrarıyla yurtiçi piyasayı genişletme kaygısını birleştiren ‘yeni ideolojik yol’dur. Singer’a göre bu hat Lula’nın hem kitlelerin taleplerine hem de bir bütün olarak ülkenin politik kültürüne duyarlılık gösterdiğinin kanıtıdır — ki bunların her ikisinin de çatışmadan kaçınmayı temel alan mazisi uzun Brezilya geleneğinde yeri vardır. Vargas dahi bu hattı izlemiştir. O yüzden Lula kimi yönleriyle –sermaye ve emeğin kaygılarını birbiriyle uyumlu hale getirme becerisi, avantajlı dışsal durumlardan içerideki gelişme için istifade etmek, ulusal faydayı gözetmek ve belki de en önemlisi, daha önce sisteme eklenmemiş kitlelerle ilişki kurmak– Vargas’ın varisi sayılabilir. Ancak ülkenin kuzey doğusundan gelen beş parasız bir göçmen olarak, üstelik demokratik usullere bağlılığı da tartışma götürmezken, Lula’nın, güneyden gelen zengin bir çiftlik sahibinin sahip olabileceğinden katbekat fazla bir meşruiyete ve güvenilirliğe sahip olduğu da ortada. Lula kendini hiçbir zaman Vargas’ın takipçisi olarak görmedi. Onun kendini özdeşleştirdiği başkan başkent Brasilia’yı inşa eden ve kendine hiçbir zaman isteyerek bir düşman kazandırmamış olan iyimser Kubitschek’ti.
Lula’ya yönelik nefretin derecesinin onun gerçekte yaptıklarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Basın için Lula’nın popülaritesi kendi iktidarlarını yitirmesi anlamına gelir. 1985’ten, yani askeri iktidarın sonlarından bu yana başkan adaylarını pratikte seçen ve seçim sonuçlarını belirleyen basın patronları olmuştu. Lula’nın kitlelerle olan doğrudan bağı bu devreyi kesintiye uğrattı, basının politika sahnesindeki rolünü zayıflattı. İlk defa bir iktidar sahibi onlara yaslanmak zorunda değildi, o yüzden ondan nefret ettiler. Ancak Lula’ya karşı açılan kampanyaların yürüyebilmesi için buna sempatiyle bakan bir izleyicinin de olması gerekiyordu. Bu da esasen büyük şehirlerde yaşayan geleneksel orta sınıflardı. Bu katmandakiler için esas mesele iktidarı kaybetmek değil –zaten hiçbir zaman iktidar sahibi olmamışlardı– sahip oldukları statünün yitip gitmesini izlemekti. Dilbilgisi konusundaki cahilliği dillere destan eğitimsiz bir işçi eskisi başkan olmakla kalmamış, onun yönetimi sırasında ev hizmetçileri, kapı bekçileri, tamirciler ve diğerleri bir zamanlar yalnızca kendilerine mahsus olan ürünlere sahip olur hale gelmişlerdi. Orta sınıftan pek çok insan için tüm bunlar harap ediciydi. Sendikacıların ve uşakların yükselişi orta sınıfın dünyaya geri dönmesi anlamına geliyordu. Sonuç, yaratıcı bir eleştirmen olan köşe yazarı Elio Gaspari’nin ifadesiyle bir ‘halk korkusu’nun patlak vermesi oldu. Basın patronlarının politik hayal kırıklığı okurların ve izleyicilerin toplumsal tiksinmesiyle birleşince ortaya kendi objektif sınıf çıkarlarının hilafına tuhaf bir anti-Lulismo çıktı.
Hâlbuki bu hükümet bırakın mülk sahiplerine herhangi bir zarar vermeyi onların büyük ölçüde faydasına iş gören bir hükümetti. Sermaye hiçbir zaman Lula zamanındaki kadar gönenmemişti. Borsaya bakmak yeterli. 2002 ile 2010 arasında Bovespa tüm dünya borsalarını geride bırakarak yüzde 523 artış gösterdi, şu an dünya üçüncüsü. Hisse senetleri fiyatları üzerinden kumar oynamaya alışkın olan modern burjuvazi devasa spekülatif kârlar elde etti. Orta sınıfın riskten daha fazla kaçınan kesimleri hızla yükselen faizler sayesinde basit mevduat hesaplarından son derece tatmin edici kazançlar elde etti. Sosyal transferler 1980’lerden bu yana ikiye katlandı ama kamu kesimi borç ödemeleri de üçe katlandı. Bolsa Família’ya yapılan harcamalar GSMH’nin yalnızca yüzde 0,5’i kadardır. Kamu borcundaki rantiye gelirlerinin payı ise yüzde 6-7’dir. Brezilya’nın bütçe gelirleri gelişmekte olan ülkelerin çoğundakinden daha fazladır –yüzde 34– çünkü ülkenin demokratikleşme sürecinin yüksek bir noktasında yapılan 1988 anayasası bir takım toplumsal taahhütler getirir. Ancak vergiler halen gerici bir seyir izlemektedir. Asgari ücretin iki katından daha az bir gelirle yaşayanlar gelirlerinin yüzde 30’unu Hazine’ye verirlerken, asgari ücretin 30 katıyla yaşayanlar çeyreğini verirler. Modern tarım işletmeleri için kırsal alanın iç kesimlerinin çalılıklardan temizlenmesi sonucu toprak sahipliği bugün elli yıl öncesinde olduğundan çok daha yoğunlaşmış durumda. Kentsel gayrimenkul de aynı doğrultuda seyretti.
İstatistiki analizlerle desteklenen ve yurtdışındaki yandaş kurum ve gazetecilerden de kabul gören resmi raporlar, bu yıllar içinde Brezilya’da yoksulluğun azaldığını söylemekle kalmıyor, ki buna kesinlikle şüphe yoktur, aynı zamanda eşitsizliğin de kayda değer biçimde –Lula döneminin başında 0,58 olan Gini katsayısı sonlara gelindiğinde 0,53’e gerilemişti– törpülendiğini iddia ediyor. Aynı tahminler 2005’teki dönüşün ardından en yoksul yüzde onluk kesimin gelirinin en varsıl yüzde onluk kesiminkinin neredeyse iki katı oranında arttığını söylüyor. Daha da iyisi 25 milyon insanın orta sınıfın saflarına katılmış olması. Yurtiçinden ve dışından pek çok yorumcuya göre bu Lula’nın başkanlığının en umut vaat eden gelişmesi. Economist dergisinin Latin Amerikalı editörü Michael Reid gibileri, Brezilya’daki bu yeni orta sınıfın, ‘unutulmuş bir kıtanın’ tehlikeli kışkırtıcılara ve aşırılık yanlılarına karşı verdiği ‘ruhani savaşında’ istikrarlı bir kapitalist demokrasinin yol göstericisi olacağını duyurmakta gecikmedi. Hâlbuki tüm bu iddia yapay bir kategorizasyon üzerine inşa edilmiş durumda. Buna göre yıllık geliri 7000 dolardan az biri orta sınıf sayılırken, en üst sınıf –nüfusun sadece yüzde 2’sini teşkil eden Brezilya süper eliti– tüm dünya nüfusunun kişi başı ortalama gelirinin iki katından başlamakta. Ülkenin önde gelen uygulamalı ekonomik araştırmalar enstitüsünün başkanı Marcio Pochmann’a göre ise sıkça adı geçen yeni orta sınıfı tarif etmek için en uygun karşılık ‘çalışan yoksul’ tabiridir.
Brezilya’da eşitsizliğin kayda değer biçimde azaldığı iddialarını şüpheyle karşılamalıyız, zira bu iddialar, standart istatistik kuralları uyarınca en uçtakileri dışarıda bırakan –örneğin süper zenginler– nominal gelir üzerine inşa edildiği gibi, daha da önemlisi toplumun en üst seviyesindeki sermaye değerlenmesini ve mali kazançları da göz ardı eder. Latin Amerika’da Eşitsizliği Azaltmak adındaki önemli bir çalışmanın da belirttiği gibi standart hane halkı anketlerinde “mülkten elde edilen gelirler büyük ölçüde eksik hesaplanır”: “Eğer anketlerde göz ardı edilen en yüksek gelirler yeterince büyük bir göreli artış kaydederse, anket temelli tahminler tersini söylese de eşitsizliğin asıl dinamikleri yükselme yönünde bir trend gösterebilir.” Brezilya’da 10 bin ila 15 bin arasında ailenin 120 milyar dolarlık yıllık kamu borcu ödemesinden (Bolsa Família’nın maliyeti 6-9 milyar dolardır) aslan payını aldığı tahmin edilmekte, son on yılda milyonerlerin sayısı ise daha önce hiç olmadığı kadar arttı. Borsadaki patlayış bu konuda herhangi bir safdilliğe engel olacaktır. Zenginler ekmeğine yağ sürenin hangi tarafta olduğunun gayet fakında. Roosevelt’in programını eleştiren rakiplerinin aksine Brezilya finansçıları ve sanayicileri Lula hükümetinin dostane destekçileri oldular. Sermaye bu rejim konusunda –hakiki– orta sınıftan çok daha açık görüşlü olduğu gibi onunla çok da rahattır da. Bunda da şaşılacak bir şey yok, zira kârları artmakta.
Lulismo’nun üçüncü bir yorumunu yapabilmek için bu kârları gerçekçi bir analizin merkezine yerleştirmek gerekir. Çığır açıcı nitelikteki bir dizi makalesinde sosyolog Chico de Oliveira, politik farklılıklarına rağmen (PT’nin kurucularından olan de Oliveira, Singer Lula hükümetine katıldıktan sonra partiden ayrılır) kişisel düzeyde iyi anlaştığı Singer’in analiziyle neredeyse taban tabana zıt bir analiz geliştirir. De Oliveira arkadaşının yoksulların psikolojisine dair karakterizasyonunu ya da Lula döneminde yoksulların hayatlarındaki iyileşmeyi tartışmaya açmaz. Alt-proletarya tam da Singer’in tasvir ettiği gibidir: Zenginlerden hoşnutsuzluk duymaksızın varoluş koşullarındaki mütevazı ve tedrici iyileştirmelerle tatmin olur. Ancak Singer’in analizi Lula ile seçmen kitlesi arasındaki ilişkiye sıkışıp kalmıştır. Lulismo’yu anlamak için iki temel parametre eksiktir bu analizde. İlki Lula iktidara geldiği sırada sermayenin tarihinin hangi uğrağından geçilmekte olduğudur. Brezilya’nın uzun süredir sürdürmeye çalıştığı türden bir kapsayıcı ulusal kalkınma projesinin imkânı küreselleşme tarafından yok edilmiştir. Bilimle teknoloji arasındaki sınır çizgisini kaldıran biyolojik ve dijital gelişmeler üzerine inşa olmuş üçüncü sanayi devrimi, araştırma yatırımları gerektirir, sonuçların periferiye olduğu gibi aktarılmasını imkânsız hale getiren patent sistemleri geliştirir. Hâlbuki Brezilya’da, 1950’lerde Kubitschek döneminde kalkınmacılığın zirvesi yaşanırken dahi, yatırımlar GSMH’nin yüzde 22’si gibi düşük bir seviyeyi geçememiş, AR&GE harcamaları acınası düzeylerde kalmıştır.
Bu nedenle son dalga teknoloji devriminin Brezilya için sonucu, sınai ilerleme değil, birikimin imalattan finansal işlemlere ve doğal kaynak elde etme çabalarına kayması ve de kârların son derece yüksek olduğu bankacılıkta, ihracata dönük madencilikte ve tarım endüstrisinde hızlı büyüme oldu. Finanstaki gelişmeler yatırımların üretimden uzaklaşmasına neden oldu; doğal kaynak ticareti ise Brezilya’yı büyümek için birincil mallara bağımlı hale getiren geri bir seviyeye götürdü. Lulismo sermayeyle anlaşmaya varmak için kendisini bu sektörlerin dinamiğine uydurmak zorunda kaldı. Bu noktada ikinci parametre devreye girer. Çünkü bu uyarlanmanın sonucu Lulismo’nun içinden doğduğu yapıların dönüştürülmesi olmuştur; parti ve sendikalar 2002’ten sonra bir iktidar aygıtı haline gelmişlerdir. Önde gelen emek konfederasyonu CUT’un önderliği ülkenin en büyük emeklilik fonunun yönetimine getirildi. PT’nin kadroları, Brezilya başkanının 20 binden fazla iyi maaşlı iş dağıtma yetkisine sahip olduğu federal yönetimi kolonize etti. İşçi sınıfından bütünüyle kopmuş olan bu kesimler, bürokrasileri ve piyasaları benzer biçimde içine çekmiş olan finansallaşmanın girdabına kapılıp gitti. Sendikacılar ülkedeki en büyük sermaye yoğunlaşmalarının yaşandığı yerlerde yönetici oldular. Militanlar, yönetimin sağladığı her türden ek gelirden faydalanan memurlara dönüştüler.
Yeni birikim mantığı iktidardaki yeni durumla çakıştığında doğal yaşam alanı yolsuzluk olan melez bir katman ortaya çıktı. Enformel ekonominin örgütsüz yoksulları Lula’nın seçmen kitlesi haline geldi. Lula’yı bu nedenle ya da yoksullarla kurduğu ilişkinin neo-popülist karakteri nedeniyle suçlamak mümkün değil elbet. Ancak liderle kitleler arasında deforme olmuş bir aygıt yer almakta. Singer’in analizinde eksik olan Lulismo’nun bu karanlık yüzüdür. Lulismo bir tür tersine çevrilmiş hegemonya tesis etmeyi becermiştir. Gramsci için hegemonya kapitalist düzende mülk sahiplerinin emekçi sınıflar üzerindeki ahlaki nüfuzu, tahakküm altında olanların bu tahakküme rıza göstermesi iken, Lulismo’da sanki tahakküm altında olanlar formülü tersine çevirmiş ve kendi liderlikleri için hâkim olanların rızasını almış ve böylece kendilerini sömüren yapıları tasdik etmişlerdir. Burada daha uygun analoji ABD’deki Yeni Düzen’le (New Deal) değil de Mandela ve Mbeki’nin Güney Afrika’sıyla kurulabilir. Apartheid’ın adaletsizlikleri sökülüp atılmış ve toplumun efendisi siyahlar olmuş, ama sermayenin hükümranlığı ve yarattığı sefalet hiç olmadığı kadar sağlam tesis edilmiştir. Brezilya’daki yoksulların kaderi bir tür apartheid idi ve Lula buna bir son verdi. Ancak eşitlikçi ve kapsayıcı bir ilerleme söz konusu olmadı.
Pek çok kişiye göre, hatta siyasi görüşleri itibariyle de Oliveira’ya yakın olanlar için bile bu resim abartılıdır. Tümüyle reddedilmesi mümkün olmayan Lulismo’nun karanlık yüzü sanki onun resminde tam bir tutulma gibi tasvir edilmiştir. Peki bu yorum PT’de nasıl algılandı? Tek bir ses bile çıkmadı. Kişisel olarak çok sevildiği ve saygı duyulduğu için kimsenin onunla münakaşa etmek istemediği sıkça söylenir. Tam Brezilyalılara özgü bir dostluk anlayışı. Peki ya Singer’in analizi? Ona da neredeyse hiçbir tepki olmadı. Bir oy makinesine dönüşmüş olan PT, militanlarının ve üyelerinin büyük çoğunluğunu –parti içindeki son seçimlere 300 bin üye katıldı– tutmayı başardı, ama entelektüel kanadını kaybetti ve fikirsiz bir partiye dönüştü. 1980’ler dönemecinde parti ortaya çıktığında Brezilya entelijansiyası, askeri yönetim karşıtı kitle hareketlerinin canlı bir parçasıydı, askerlerin sahneden çekilmesinin ardından da önemli bir rol oynamıştı. On yıl sonra Cardoso başkan olduğunda entelijansiya birbirine düşman iki kampa bölündü: Cardoso rejimini destekleyenler ve ona muhalefet edenler. Ülkenin en yetenekli entelektüellerinin becerilerinden faydalanan PT muhaliflerin partisiydi. Bir on yıl sonra Lula iktidara geldiğinde ortama hâkim olan ton hayal kırıklığıydı. Daha iyi bir alternatif olmadığı için eski isimler partiye oy vermeye devam etti ama parti angajmanı yitip gitmişti.
Dilma Rousseff’in zaferi hiç şüphe yok ki Lula’nın seçim başarısının bir ifadesidir. Birkaç ay öncesine kadar halkın çoğunluğu tarafından bilinmeyen, daha önce hiç seçmen karşısına çıkmamış, pek de karizmatik sayılmayan bir isim, bir kez Lula tarafından işaret edilince neredeyse onun kadar oy aldı: İkinci turda oyların yüzde 56’sı, yani Lula’nın 2006’da aldığından 3 milyon daha az, 2002 aldığından 3 milyon daha fazla oy. PT kongrede en büyük parti haline gelirken, senatoda sandalye sayısını arttırmayı başardı. Böylece Rousseff her iki yasama organında üçte ikiden fazla bir destek elde ederek Lula’nın bile sahip olmadığı bir fırsat yakalamış oldu.
Mizaçları bir tarafa her iki ismin hayat hikâyeleri de hayli farklı. Rousseff üst orta sınıf bir aileden geliyor. Babası 1930’larda Latin Amerika’ya göçmüş, ardından da Belo Horizonte’de emlak işinden hayli iyi para kazanmış bir Bulgar komünisti. İyi okullara gidip özel piyano ve Fransızca dersleri alan Rousseff 17 yaşındayken askerler yönetime el koydu. 19 yaşına geldiğinde silahlı mücadele yürüten bir yeraltı örgütünün üyesiydi. 1968’te Rio’ya taşındığında zamanının en ses getiren eylemlerinden birine dâhil oldu ve São Paulo valilerinin gelmiş geçmiş en yolsuzlarından birinin metresine iki buçuk milyon dolar taşıyan bir aracı kamulaştırdı. 1970’de São Paulo’da yakalandı, işkence gördü ve üç yıl hapse mahkûm edildi. Dışarı çıktığında aynı zamanda yeraltından eski yoldaşı olan kocasının hapiste tutulduğu güneydeki Porto Alegre’ye gitti. 1970’lerin sonuna doğru diktatörlük gevşediğinde Rio Grande do Sul’deki istatistik bürosunda işe başladı, Lula’nın 1980’lerde soldaki başlıca rakibi olan Leonel Brizola’nın partisinde yeniden siyasi hayata girdi ve bir PT valisinin enerji sekreterliğine kadar yavaş yavaş yükseldi. 2002’de Lula onun teknik kapasitesini fark etti ve Brasilia’ya getirdi. Sendika liderliğinden değil de gerillalıktan gelen Rousseff, Lula’ya göre çok daha patlayıcı bir karaktere sahipti.
Rousseff’in inançları konusunda kesin bir yargıya varmak daha zor. Tanınır hale geldiği zamanlar Lula yönetiminin daha radikal zamanlarıydı, o yüzden neoliberal bakış açısından sinsi bir devletçiliğin ve milliyetçiliğin tehlikeleriyle özdeş kabul ediliyor. Çokuluslu şirketlerin ve yerel sermayenin iştahla gözünü diktiği ülke açıklarındaki devasa petrol rezervleri hususunda Brezilya’nın haklarını zinde bir biçimde savunduğuna şüphe yok. Lula döneminde başlayan konut ve altyapı programlarını genişletme sözü verdiği gibi evrensel sağlık sigortası sistemine geçileceğini de duyurdu. Başkanlığa geldiğinde kendisi gibi diktatörlüğe karşı savaşmış ve bu savaşta düşmüş yoldaşlarına saygıda bulunmayı ihmal etmedi. Ancak Palocci’yi genelkurmay başkanı yaparak ve Amorim’in yerine dışişleri bakanlığına hoşgörü sahibi bir Washington sefirini getirerek de iş dünyasını ve ABD’yi kendi yönetiminden çekinmemesi konusunda temin etmiş oldu. Asgari ücreti aşağı indiren, faizleri yükselten ve kamu harcamalarında daha sıkı kontroller vadeden Rousseff’in ilk tedbirlerinin Lula iktidarının ilk yıllarındaki ortodoks politikalardan farklı göründüğünü söylemek zor.
Müteakip fazında eğrinin radikalleşme yönünde seyrettiği bir parabolün tekrarlanması olası mıdır? Yoksa hâlihazırda mümkün olan reformların sonu geldi mi? Genel kanıya göre Lula yönetiminin toplumsal başarılarını sürdürebilmek için GSMH’de yılda en az yüzde 4,5’lik bir düzenli artışa ihtiyaç var. Çin ya da Hindistan standartlarında hayli mütevazı olan bu hedef Brezilya’nın bu yüzyıldaki ortalama performansını aşmakta. Şu an için suyun üstünde kalsa da Brezilya ekonomisi üç yapısal sorunla malul. Birincisi, tasarruf oranları son derece düşük. Ulusal gelirin yüzde 17’sine denk gelen tasarruflar Hindistan’ınkinin yarısı, Çin’inkinin ise üçte biri, o yüzden yatırımlar GSMH’nin yüzde 20’sinin, AR&GE harcamaları da yüzde 1’inin altında seyrediyor. Diğer yandan Brezilya’daki faiz oranları herhangi bir büyük ekonomininkinden katbekat yüksek (şu an için yüzde 11). Enflasyonu sınırlandırıp yurtiçi tasarruf noksanlarını telafi edecek yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için bu kadar yüksek tutulan faizler, ihracat gelirleri ve dolardaki niceliksel gevşemeyle birleştiğinde Real’i aşırı şişirdi ve Lula döneminde dolar karşısında iki kat değer kazanmasına neden oldu.
Son olarak Brezilya ticareti giderek artan biçimde yerel sermayenin en yoğun biçimde var olduğu tarım işletmelerine ve madenciliğe bağımlı hale gelirken, çokulusluların en önemli sektörü (otomotiv) elinde tuttuğu sanayi geriledi. 2002 ila 2009 arasında Brezilya ihracatı içinde imalat payı yüzde 55’ten 44’e düştü, hammaddelerin payı ise yüzde 28’ten 41’e çıktı. Ülkenin en önde gelen ticaret partneri olarak Lula yıllarındaki zenginliğin yaratılmasına neden olan Çin (2009 itibariyle Çin Brezilya’dan yüzyıl başında aldığı malların değerinin 18 kat fazlası değerinde mal alıyordu), düşük maliyetli imalatçılarla onu boğma tehdidinde bulunuyor. Tarihsel olarak geniş çaplı bir sanayileşme olmadan yaşam standartlarını yükselten ülkeler olmuştur ama bunlar Brezilya’nın demografik profiliyle yakından uzaktan ilgisi olmayan, böylesi yoksulluk önleyici programlara ihtiyaç duymayan Avustralya, Yeni Zelanda ya da Finlandiya gibi yüksek eğitim seviyesine sahip az nüfuslu göçmen ülkeleridir. Tüm bunların karşısına Brezilya’nın geniş doğal kaynakları, devlet kurumlarının etkileyici karnesi, tropik alandaki tarım atılımları ve sahip olduğu devasa petrol kaynakları konabilir. Hızlı bir büyümenin imkânları bunun karşısındaki engellerden kesinlikle daha az değildir.
Lula dönemindeki Brezilya deneyimini nasıl değerlendirmek gerekir? Brezilya’nın politik ekonomisinin bir dönemi olarak Cardoso dönemiyle bitişik, onunla aynı matriste bir kalkınma dönemi olarak değerlendirilebilir. Toplumsal anlamda ise iki dönem arasındaki farklar barizdir. Böylesi bir değişimi mümkün kılan dış şartların alışılmadık biçimde yaver gittiğini kabul etmek gerekir. Dünyanın genel gidişatının aksine Güney Amerika’nın tümünde sola doğru bir kaymanın yaşandığı zamanlardı bunlar. Lula’dan önce Chávez Venezüella’da, hemen sonrasında da Kirchner Arjantin’de iktidar oldu. Bir sonraki yıl Uruguay’da Tabaré Vázquez Frente Amplio adına iktidarı aldı. Peşi sıra Bolivya’da, Ekvator’da ve Paraguay’da bu ülkelerin tarihlerinin en radikal başkanları seçildi. Küresel manada bir istisna teşkil eden bu durumun nedeni bölgeye mahsus iki özellikti. Neoliberalizm Chicago ve Harvard uzmanlarının gözetiminde ilk kez bu bölgede denenmiş, şok terapi Şili’de Pinochet, Bolivya’da Sánchez de Losada tarafından uygulanmıştı. O dönem Menem tarafından Arjantin’de yapılan özelleştirmeler Rusya’dakileri katbekat geride bırakmıştı.
Diğer yandan neoliberalizme karşı ilk halk isyanı da burada başlamış ve caracazo Venezüella’da eski düzenin sonunu getirmişti. İktisadi anlamda neoliberal dönemin parametrelerinin geriye sarıldığını söylemek zor (Venezüella bir istisna sayılabilir zira bu politikalar orada hiçbir zaman başarıyla uygulanamamıştı). Gene de bu politikalar halkın teveccühüne mazhar olamadılar ve bunların mimarları kuzeydeki muadillerinin aksine politik anlamda defedildiler. Burada bölgenin bir başka özgünlüğü devreye giriyor. Latin Amerika müesses nizam karşısında radikal isyanlarla dolu bir yüzyıl yaratmıştır, 1910 Meksika devrimine kadar uzanan neredeyse kesintisiz bir seyirden bahsedilebilir. Farklı dönemlerde bunlar farklı biçimler almış ama isyanların ardında yatan itki az çok değişmeden kalmıştır. 1920’lerde El Salvador ve Brezilya’daki silahlı ayaklanmalar; 1930’larda Şili’de halk cephesi, Peru’da köylü ayaklanmaları; 1940’larda Arjantin’de askeri Jakobenizm; 1950’lerde Bolivya’da işçi milisleri, Guatemala’da kamulaştırmalar, Küba’da devrim; 1960’larda Kolombiya’dan Uruguay’a gerillalar; 1970’lerde Şili’de seçim, Nikaragua’da sokak zaferi; 1980’lerde Orta Amerika’da iç savaşlar; 1990’larda Venezüella’da oligarşinin defedilmesi. Yeni asrın seçim hasadı işte bu topraklarda boy verdi.
Bu dönemde iktidara gelen kuşak iki tür yenilgi yaşadı: İlki Küba Devrimi’nden sonra solu tarumar eden askeri diktatörlükler karşısında, ikincisi kısmen demokratikleşmenin fiyatı kısmen de sonucu olan serbest piyasa sistemleri karşısında. Bu ikisi geriye tek bir miras bıraktı. Siyasi ya da iktisadi radikalizmin önceki formları artlarından gelenler tarafından sahanın dışına süpürüldü. Ancak generallerin yolunu açtığı neoliberal rejimlerin toplumsal bir karşılığı yoktu. Generallerin zamanı dolduğunda peşlerinden gelen liderler faydacı bir biçimde onların koydukları kurallara uydu, isyancı geçmişin hatıralarını öylece bir kenara atamadılarsa da yeni düzenden dışlananları gene de göz ardı etmeyi sürdürdüler. Karşı devrimler tüm kıtayı sarmışken dahi bir askeri diktatörlük yaşamamış ya da neoliberalizmin istikrarlı biçimde uygulamaya konulamadığı Venezüella bir istisnaydı.
Diğer yandan Brezilya genel örüntünün tipik bir örneği kabul edilebilir. Ülke, tarihinin büyük kısmında, dil, boyut ve coğrafya nedeniyle, Latin Amerika’nın geri kalanından yalıtılmış olarak kaldı. 1960’ların ortası gibi geç bir tarihte bile Brezilyalı entelektüeller komşu ülkeleri ziyaret etmektense Fransa’da vakit geçirmeyi tercih ediyorlardı. Askeri tiranlıkların yönetimleri ele geçirmesiyle birlikte yeraltı çalışması, hapislik ya da sürgün gibi ortak tecrübeler bu durumu değiştirdi. Politik olarak aktif Brezilyalılar ilk defa İspanyolca konuşan ülkelerdeki muadilleriyle kıtasal ölçekte bir ağ içinde bağlantı kuruyorlardı. O dönemin dayanışma pratikleri bugün bile sol hükümetler arasındaki politik ortamı etkilemeye devam eder. Bölgesel bir diyalektik içinde bu ülkeler arasındaki farklar karşılıklı faydalara sebep olur. Lula Bolivya, Venezüella ve Ekvator gibi kendisinden daha radikal rejimleri kollarken, onların uç konumlarıyla kıyaslandığında kendi ölçülü halinin yarattığı uluslararası izlenimden de fayda sağlar.
Aynı dönemde uluslararası bağlam Brezilya için olduğu gibi bölge için de hayırhah oldu. Bir taraftan Ortadoğu’da ve ilerisinde ‘Teröre Karşı Savaş’ı başlatan ABD bölgenin efendisi olma durumundan feragat etti. Amerikan stratejisinin cepheleri Irak, Afganistan, Yemen, Pakistan ve Mısır’a yayıldıkça bu bölgeyle ilgilenmesi pek mümkün olmadı. Bush başkent Brasilia’ya tek bir ziyarette bulundu, Obama ise bu ay [Mart 2011, ç.n.] bir ziyaret daha gerçekleştirecek. Brezilyalılar Amerika’nın ilk melez başkanı olarak gördükleri Obama’ya coşkulu iltifatlarda bulunacaklardır. Ama kimse bu ziyaretin çok önemli olduğunu düşünmüyor. Cardoso zamanında işlerlikte olan tahakküm mekanizmaları pas tutmuş durumda. Yalnızca son yıl içinde Doğu’ya yapılan askeri seferler yüzünden değil, bunlara eşlik eden finansal balonlar nedeniyle de iki devlet arasındaki ilişkiler Brezilya lehine kaydı. Amerikan ekonomisi giderek daha fazla oranda ucuz para enjeksiyonuna bağımlı hale geldikçe Brezilya ekonomisinin büyümesini sürdürmek için ihtiyaç duyulan yabancı sermaye de daha az maliyetli hale geldi. Nakit akışı Real’i boğma riskini getirse de, bu, iki ülkenin birbirleri karşısındaki konumlarının değişmiş olduğu gerçeğinin çarpık bir işaretinden başka bir şey değildir. Brezilya için esas belirleyici olan, iki ana ihraç ürününün birincil pazarını oluşturan ve dış ticaret bilançosunda esas kalemi teşkil eden Çin’in yükselişidir. Çin’in uzun süredir devam eden büyümesi neredeyse tüm dünyayı etkiledi. Ama en büyük etkiyi Brezilya’nın gördüğü söylenebilir. ABD gerileyip de Çin yükseldikçe rüzgârlar yeni toplumsal yönelişe kapı araladı!
Tüm bunların sonuçları şu an için belirsiz. Bir özgürleşmenin yaşandığına şüphe yok. Ama acaba Brezilya tarihiyle tatsız bir analoji yapmak mümkün olur mu? 19. yüzyılın sonlarında kölelik Brezilya’da ABD’deki katliamların aksine neredeyse hiç kan dökülmeden kaldırıldı. Ancak düşük seviyelerde seyreden yalnızca akan kanın miktarı değildi. Değişimin mülk sahiplerine maliyeti de hayli düşüktü, çünkü özgürleşme geç gelmişti, köle nüfusu hayli azalmış, köle ekonomisi büyük ölçüde gerilemişti. Söz konusu olan bütünüyle elitler elinde yaşanan bir süreç değildi elbet, köleliğin kaldırılması için halk sınıfları arasında da son derece yaratıcı girişimler olmuştu. Ancak kölelik kaldırılıp da köleler yalnızca yasal özgürlüklerini kazandıklarında köle sahipleri o kadar da mahvolmadılar. Toplumsal anlamda sonuçlar çok daha mütevazıydı, ilk olarak Avrupa’dan beyaz göçmenlerin sayısı arttı.
Bolsa Família’nın, crédito consignado’nun, asgari ücret artışlarının bir benzeri daha mümkün olur mu? Lula’nın söylemekten hoşlandığı gibi: “Yoksullara bakmak ucuz ve kolaydır.” Rahatsız edici mi? Lula iktidarının mezar taşı bu cümlenin bağrındaki ahlaki müphemlik üzerinde yükseliyor olabilir. Öncülleriyle kıyaslandığında Lula, Brezilya devletinin toplumun en yoksul kesimlerine karşı daha cömert olabileceğini hayal etme gücünü kendinde buldu. Ancak bu tavizler, zenginlerin refahlarının hilafına gerçekleşmedi, aksine bu süre zarfında onlar hiç olmadıkları kadar zenginleştiler. Bunun gerçekten bir önemi var mı diye sorulabilir: Bu tüm ekonomik sonuçlar içerisinde en tercih edilesi olan değil midir, yani bir tür Pareto optimumu? Eğer büyüme temposu teklerse, kölelerin torunları köleliğin kaldırılmasından sonrakine benzer bir sonucu yaşayabilirler. Köleliğin kaldırılmasının hemen ardından kabul edilen bayrağın üzerindeki Comteçu şiar –Ordem e Progresso: Düzen ve İlerleme [ya da bizdeki tarihsel karşılığıyla İttihat ve Terakki]– uzunca zamandır rüzgârda salınan bir umudun adıdır. Çatışma olmadan ilerleme, yeniden dağıtım olmadan dağıtım. Bunlar tarihsel olarak ne kadar yaygındır?
Ama belki de bu sefer sonuç aynı olmaz. Son on yılda Brezilya’da bir halk hareketlenmesi olmadı. Onları hâlâ Latin Amerika’nın geri kalanından ayıran istikrarsızlık korkusu ve hiyerarşinin kabulü kölelikten miras kalan şeyler. Ancak maddi iyileşme toplumsal güçlenmeyle aynı şey değildir, biri diğerine yol açabilir. Muazzam derecedeki ekonomik eşitsizliğe ve politik adaletsizliklere karşılık yoksulların oy sandığındaki ağırlığı, Brezilya’yı Kuzey’deki hiçbir topluma benzemeyen bir demokrasi haline getiriyor. Bu iki büyüklük arasındaki çelişki daha yeni işlemeye başladı. Pasif iyileşme aktif müdahaleye dönüşebilir, tarihin sonu başka türlü yazılabilir.
Bu yazı Express dergisinin Kasım 2011 tarihli 123. sayısında yayımlanmıştır.
London Review of Books, Mart 2011



YORUM YAZIN