Hüsnü Arkan: Zayıfların Gücüne Ait Bir Hikaye Kurmak İstedim
Hüsnü Arkan’ın yeni
romanı “Mino’nun Siyah Gülü”nü elime aldığımda kitapla ilgili tek satır
okumamıştım. Baştan aşağı bilmediğim bir alana gireyim, kitabı öyle
okuyayım istedim. Yine de Mino’nun varoluş hikâyesinin, onun siyah
gülünün, olacakların, acıların, tatlı zamanların, bir bağ evininin
sonsuz kapısının böylesine derin bir iz bırakacağını tahmin edememiştim.
12 Eylül üzerine bir roman “Mino’nun Siyah Gülü”. En çok anlatıcıları
dikkat çekici. Üç kadın.. Biri “siyasetin dışında, hayatın içinde”,
diğeri bir askerin karısı, bir çocuk anası. Diğeri o ananın evladı... Bu
üç kadının, birbirinden ayrı dünyalar kurmuş üç annenin romanı. Ama
aynı zamanda ölenlerin, öldükleri bilinmeyenlerin. Hüsnü Arkan’ın kâh
kahramanların anlatımıyla, kâh onların yazdıkları mektuplarla yarattığı,
12 Eylül’ün öncesine ve sonrasına dair çizdiği tablo, bildiklerimiz
üzerine düşündürüyor, düşündüklerimiz üzerine derinleştiriyor. Darbenin
ağırlığından sıyrılmayı başaran edebiyatımıza bir ses daha getiriyor.
Roman bana, edebiyatın “görünmeyene”, “yok sayılana” ve bunun yanında
yazarın deyimiyle, “zayıfların gücüne” dair olduğunu bir kere daha
gösterdi. Mino’ya sonsuz teşekkürle..
Rengin Arslan: 12 Eylül darbesini üç kadının sesiyle anlatmayı tercih etmenizin sebebi nedir?
Hüsnü Arkan: Türkiye’de, darbelerin siyasi etkileri ve sonuçları hakkında çok kitap yazıldı. Bunun, bireyi, evleri, haneleri etkileyen yanını ele almak da edebiyata ve sanata düşüyor. O hanelerin yerle bir edilişine birçoğumuz yakından tanık olduk. Ama çoğumuz bunu anneler gibi yaşamadık. Türkiye’de geleneksel kadın tipi yalnızca eve yansıyanları bilir. Eğitim görmemiştir, gazete okuyamaz. En önemli seçimlerini kendisi yapmamıştır, birileri onun adına karar vermiştir. Çocuğu öldüğünde, bu gerçeği bütün yönleriyle açıklayabilecek bir bilince sahip değildir. Kabullenmek, çoğu zaman bu bilgi körlüğünün işaretidir. Görmezseniz, öyle olduğunu varsaymak zorunda kalırsınız. Ben, okuyucuya bu yolu önermek istemedim. Zayıfların gücüne ait bir hikâye kurmak istedim. Onların aslında her şeyi bildiklerini ve çözüm de üretebildiklerini, bir umut olarak dile getirmek istedim.
Hüsnü Arkan: Zehra bunu söylemeden önce, gidip geldiği bir öğrenci evinden bahsediyor ve o eve silahlı genç çocukların girdiğini söylüyor. Burada bir gerçekten söz ediyorum ve ben söylüyorum; evet, bizim de Ogün Samast’larımız vardı. Şiddeti dışlamıyorduk. Dahası, bu şiddeti çoğunlukla 18 yaşına girmemiş çocukların eline bırakıyorduk. Ahlaki olarak, solun bunu içsel olarak teslim etmemiş olmasından gurur duymuyorum. Evlerde, odalarda konuşuluyor ama kimse yazmıyor.
Rengin Arslan: Bir söyleşinizde “Cumhuriyet kurulduğundan beri 12 Eylül’ü yaşıyoruz” demişsiniz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Hüsnü Arkan: Yanlış anlaşılmaya uygun bir şey söylemişim. Tanzimat’tan beri demek daha doğru olurdu. Yani demokrasi değilse de cumhuriyet fikrinin dile getirilmeye başlandığı günlerden beri. O yıllarda monarşik cumhuriyet fikri, sayıları az da olsa birkaç Osmanlı aydınının fısıldadığı bir şeydi. Avrupa’da sermaye birikiminin yoğunlaşması, finans sermayesinin Osmanlı topraklarına girişi de aynı yıllara tekabül eder. Mülkün devlete ait olduğu bir sistemde, sermaye hareketlerinin serbestliğini sağlayamazsınız. Şarta bağlı monarşinin ilerleyen yıllarda, başarısızlıkla da sonuçlansa iki kez denenmiş olmasını siyasi bir tesadüf olarak adlandıramayız. Kaldı ki böyle adlandırsak bile, bu tesadüfler ekonomik zorunlulukların birer yansımasıdır. Sermaye ise yalnızca kendi büyümesini garanti altına alacak koşulları arar; başka bir şeyle ilgilenmez. Projesi toplumsal ve aklî değildir. Cumhuriyete gelince… 1923 başında, Lozan görüşmeleri çıkmaza girdiğinde, uluslararası sermaye Türk hükümetinden teminat istemiş, hemen arkasından da İzmir’de İktisat Kongresi toplanmıştır. Bu kongrede Türkiye’nin ekonomik yol haritası çizilir. Amele temsilcileri, çiftçi temsilcileri bir araya gelir. Amele temsilcisi Aka Gündüz’dür ve amelelikle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Çiftçi temsilcileri de toprak ağalarıdır. Böyle bir temsilden nasıl bir ekonomik hat çıkacağını kestirebilirsiniz. Öte yandan, bitti denen kapitülasyonlar da bu kongre sırasında yeniden hüküm kazanmıştır. Chester projesiyle, bir Amerikan şirketine Musul petrol hattının demiryolu kurulumu teslim edilmiştir. Amerika Lozan’da taraf olarak değil, gözlemci olarak bulunduğu halde… Tabii, Musul elden çıkınca bu sözleşme Amerikan şirketi için anlamsız hale gelmiştir. Sonuçta, Lozan çözümsüzlüğünün aşılması bu şekilde mümkün olmuştur. Türkiye’de banka kredi sisteminin yaygınlaşması da bu kongre sonrasına rastlar. Bu ekonomik görüngülerle vasıflanan toplumlarda, özgürleşmenin devrim niteliğini giderek kaybetmesi doğaldır. Devletin, sermayenin zamanla artan taleplerine tabi olması da doğaldır. O talepler çoğu zaman halkın kolay yönetimini de içerir. Bu, her türden yönetim olarak anlaşılabilir. Gerektiği zaman askeri, zora dayanan, özgürlüksüzleştirmeye yönelik… Türkiye Cumhuriyeti tarihinin üçte ikisinin sıkıyönetimlerle geçmiş olmasını başka türlü açıklayabileceğimizi sanmıyorum. Mustafa Suphi’nin öldürülmesi ya da öldürülmesine seyirci kalınmasını, doğudaki isyanların bastırılma şeklini, İstiklâl Mahkemeleri’ni, Takrir-i Sükun Kanunu’nu birer kuruluş kazası ve mecburiyeti olarak ele alabilirsiniz. Ancak İnönü ve Menderes despotizmi ve daha sonra olanlar kuruluş sorunları olarak adlandırılamaz. Türk burjuvazisi bu yıllar içinde palazlanmıştır. Türkiye’de sermaye birikimi bu yıllarda gerçekleşmiştir. Bu iki şeyin, baskının ve sermaye birikiminin zamandaşlığı Türkiye’yi bir laboratuvar haline getiriyor… Öte yandan, bugün Türkiye’de sorunların hotzotla, şiddetle çözülebileceğini öne sürenler, hâlâ sıkıyönetim isteyenler, uluslararası sermayeye şunu söylemektedirler: “Biz buradayız, merak etmeyin.” Bu açıklama biraz uzun oldu ama sanırım gerekliydi.
Hüsnü Arkan: Söylediğiniz gibi, bu darbe bir gecede yapılmadı. Yüz elli yıl önce, sermayenin taleplerine uyularak başlatıldı; 1923’te, 46’da, 60’ta, 70’te, 80’de revize edildi ve bugün de varlığını sürdürüyor. Sermaye, sınıfsal bir içgüdü gereği, zorlukları sevmez, kolaylık ister. Dünyanın birçok ülkesinde, ırkçı ve faşist hareketler bu yüzden var; bir gün ihtiyaç duyulur diye ve siyasi yelpazenin diğer kesimlerini otoriter merkezden uzaklaştırmamak için… Bugünkü hükümet nispeten yeni bir burjuvaziyi temsil ediyor. Ama “geleneksel” olanla da uzlaşabiliyor ya da uzlaşma kapısını aralık bırakıyor ya da “geleneksel” burjuvaziyi hizaya getiriyor. Bu çekişmeye yalnızca Türkiye’den bir gözle bakarsanız presbiyobi olur. Uluslararası sermayenin eğilimlerini de hesaba katarak bakarsanız, siyasi kimliklerin temsili kimlikler olduğunu görürsünüz. Tabii ki, temsil yetkisine sahip olmak da bir çeşit mülk sahipliğidir.
* Söyleşi: Rengin Arslan
** Bu söyleşi ilk olarak Remzi Kitap gazetesinin Aralık 2011 sayısında yayımlandı.
Rengin Arslan: 12 Eylül darbesini üç kadının sesiyle anlatmayı tercih etmenizin sebebi nedir?
Hüsnü Arkan: Türkiye’de, darbelerin siyasi etkileri ve sonuçları hakkında çok kitap yazıldı. Bunun, bireyi, evleri, haneleri etkileyen yanını ele almak da edebiyata ve sanata düşüyor. O hanelerin yerle bir edilişine birçoğumuz yakından tanık olduk. Ama çoğumuz bunu anneler gibi yaşamadık. Türkiye’de geleneksel kadın tipi yalnızca eve yansıyanları bilir. Eğitim görmemiştir, gazete okuyamaz. En önemli seçimlerini kendisi yapmamıştır, birileri onun adına karar vermiştir. Çocuğu öldüğünde, bu gerçeği bütün yönleriyle açıklayabilecek bir bilince sahip değildir. Kabullenmek, çoğu zaman bu bilgi körlüğünün işaretidir. Görmezseniz, öyle olduğunu varsaymak zorunda kalırsınız. Ben, okuyucuya bu yolu önermek istemedim. Zayıfların gücüne ait bir hikâye kurmak istedim. Onların aslında her şeyi bildiklerini ve çözüm de üretebildiklerini, bir umut olarak dile getirmek istedim.
Rengin Arslan:
Zehra bir yerde, eski bir arkadaşına “Hatırlıyor musun bizim de Ogün
Samast’larımız vardı” dediğini aktarıyor. Böyle bir “paralellik”
kurmasına neden olan, Zehra’ya bunu söyleten geçmişin hangi olaylarıdır?
Hüsnü Arkan: Zehra bunu söylemeden önce, gidip geldiği bir öğrenci evinden bahsediyor ve o eve silahlı genç çocukların girdiğini söylüyor. Burada bir gerçekten söz ediyorum ve ben söylüyorum; evet, bizim de Ogün Samast’larımız vardı. Şiddeti dışlamıyorduk. Dahası, bu şiddeti çoğunlukla 18 yaşına girmemiş çocukların eline bırakıyorduk. Ahlaki olarak, solun bunu içsel olarak teslim etmemiş olmasından gurur duymuyorum. Evlerde, odalarda konuşuluyor ama kimse yazmıyor.
Rengin Arslan:
Romanda, kadınların anlatımıyla tanıdığımız bir asker, bu kadınların
hayatlarının temel belirleyicilerinden biri oluyor. Zehra ve Mino bu askeri otoriteyle öyle veya böyle
mücadele etse de özellikle Mino’nun hayatında bir kırılma noktası
yaratıyor. Bunun 80’den evvel olduğunu düşünürsek, askeri yapı ve
alışkanlıklar açısından bir genelleme yaptığınızı söyleyebilir miyiz?
Hüsnü Arkan: Güç
fetişizmi, Türkiye’nin yapısal-ruhsal tabiatına ait bir şey… Bu gücü
bugüne kadar askerler temsil ediyordu. Aslında bugün de apoletsiz
generaller temsil ediyor. Yeri geldiğinde devletin intikamından söz
ediyorlar, yeri geldiğinde “ananı da al git,” diyorlar. Hâlâ ve her Türk
asker doğuyor. Halkı Cumhuriyet’in kuruluş psikolojisi içinde tutmak
istiyorlar. Kuruluşta sendikal özgürlükler yoktur; dünyanın hiçbir
yerinde yoktur. Meslek birlikleri, üyeleri, hakları için değil yurtları
için çalışırlar. İş koşulları kararnamelerle düzenlenir, ekonomik yük
çalışanların sırtına bindirilir. Bunlar yönetme kolaylıklarıdır. Halkı
kendi hakları konusunda miskinleştirmektir. Demirel 1970’lerde
askerlerin gücüne dokunamamıştır. Yapabildiği tek şey Faruk Gürler’den
intikam almak olmuştur. Kendi aralarında itişmişlerdir. Sivil ya da
asker, iktidarların ilişki biçimi bundan öteye geçmemiştir ve hâlâ da
geçmiyor. Militarist harcamalar konusunda çok iyi anlaşıyorlar.
Rengin Arslan: Bir söyleşinizde “Cumhuriyet kurulduğundan beri 12 Eylül’ü yaşıyoruz” demişsiniz. Bunu biraz açabilir misiniz?Hüsnü Arkan: Yanlış anlaşılmaya uygun bir şey söylemişim. Tanzimat’tan beri demek daha doğru olurdu. Yani demokrasi değilse de cumhuriyet fikrinin dile getirilmeye başlandığı günlerden beri. O yıllarda monarşik cumhuriyet fikri, sayıları az da olsa birkaç Osmanlı aydınının fısıldadığı bir şeydi. Avrupa’da sermaye birikiminin yoğunlaşması, finans sermayesinin Osmanlı topraklarına girişi de aynı yıllara tekabül eder. Mülkün devlete ait olduğu bir sistemde, sermaye hareketlerinin serbestliğini sağlayamazsınız. Şarta bağlı monarşinin ilerleyen yıllarda, başarısızlıkla da sonuçlansa iki kez denenmiş olmasını siyasi bir tesadüf olarak adlandıramayız. Kaldı ki böyle adlandırsak bile, bu tesadüfler ekonomik zorunlulukların birer yansımasıdır. Sermaye ise yalnızca kendi büyümesini garanti altına alacak koşulları arar; başka bir şeyle ilgilenmez. Projesi toplumsal ve aklî değildir. Cumhuriyete gelince… 1923 başında, Lozan görüşmeleri çıkmaza girdiğinde, uluslararası sermaye Türk hükümetinden teminat istemiş, hemen arkasından da İzmir’de İktisat Kongresi toplanmıştır. Bu kongrede Türkiye’nin ekonomik yol haritası çizilir. Amele temsilcileri, çiftçi temsilcileri bir araya gelir. Amele temsilcisi Aka Gündüz’dür ve amelelikle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. Çiftçi temsilcileri de toprak ağalarıdır. Böyle bir temsilden nasıl bir ekonomik hat çıkacağını kestirebilirsiniz. Öte yandan, bitti denen kapitülasyonlar da bu kongre sırasında yeniden hüküm kazanmıştır. Chester projesiyle, bir Amerikan şirketine Musul petrol hattının demiryolu kurulumu teslim edilmiştir. Amerika Lozan’da taraf olarak değil, gözlemci olarak bulunduğu halde… Tabii, Musul elden çıkınca bu sözleşme Amerikan şirketi için anlamsız hale gelmiştir. Sonuçta, Lozan çözümsüzlüğünün aşılması bu şekilde mümkün olmuştur. Türkiye’de banka kredi sisteminin yaygınlaşması da bu kongre sonrasına rastlar. Bu ekonomik görüngülerle vasıflanan toplumlarda, özgürleşmenin devrim niteliğini giderek kaybetmesi doğaldır. Devletin, sermayenin zamanla artan taleplerine tabi olması da doğaldır. O talepler çoğu zaman halkın kolay yönetimini de içerir. Bu, her türden yönetim olarak anlaşılabilir. Gerektiği zaman askeri, zora dayanan, özgürlüksüzleştirmeye yönelik… Türkiye Cumhuriyeti tarihinin üçte ikisinin sıkıyönetimlerle geçmiş olmasını başka türlü açıklayabileceğimizi sanmıyorum. Mustafa Suphi’nin öldürülmesi ya da öldürülmesine seyirci kalınmasını, doğudaki isyanların bastırılma şeklini, İstiklâl Mahkemeleri’ni, Takrir-i Sükun Kanunu’nu birer kuruluş kazası ve mecburiyeti olarak ele alabilirsiniz. Ancak İnönü ve Menderes despotizmi ve daha sonra olanlar kuruluş sorunları olarak adlandırılamaz. Türk burjuvazisi bu yıllar içinde palazlanmıştır. Türkiye’de sermaye birikimi bu yıllarda gerçekleşmiştir. Bu iki şeyin, baskının ve sermaye birikiminin zamandaşlığı Türkiye’yi bir laboratuvar haline getiriyor… Öte yandan, bugün Türkiye’de sorunların hotzotla, şiddetle çözülebileceğini öne sürenler, hâlâ sıkıyönetim isteyenler, uluslararası sermayeye şunu söylemektedirler: “Biz buradayız, merak etmeyin.” Bu açıklama biraz uzun oldu ama sanırım gerekliydi.
Rengin Arslan: Mino’nun kaybını, çok sonra öğreniyoruz. Bunu kurgunun daha erken bir aşamasında neden görmediğimi merak ettim...
Hüsnü Arkan:
Yaşadığı bilinmeyen ya da yaşadığını birkaç kişinin bildiği birinden
bahsediyoruz. Yetmişli yıllarda ölen arkadaşlarımız böyleydi. Onların
yaşadıklarına biz şahit olduk; otuz yaşına, kırk yaşına gelemediler.
Sürpriz olan şey, belki bu durumla karşılaşmak, yüzleşmektir. Bugün ölen
gençler de böyledir. Ailelerinin haberleri var, annelerinin haberi var.
Yaşadıklarını onlar biliyorlar ama biz bilmiyoruz. Kurgu açısından,
işimi zorlaştıran bir seçimdi. Ancak, çoğunluğun gözünde hiç yaşamamış
olduklarını vurgulamak da gerekliydi.
Rengin Arslan:
Romanda bir “yasak” aşk ve buna paralel olarak Mino’nun özgürleşmesini,
bireyleşmesini izliyoruz. Siyasetin dışında ama “yaşayan” bir birey.
Günümüzde tabuların güya ortadan kalktığı bir dönem için bile istisnai
bir hayat tercih ediyor. Buna da bir özgürleşme mücadelesi diyebilir
miyiz?
Hüsnü Arkan: Asıl
özgürleşme bu yoldan geçiyor. Kadınların oy hakkına sahip olması,
televizyonda izlediğimiz kanal sayısının beş bine çıkmasından daha
önemlidir. Gerçek bir çabadır ve gerçekleşmesi yüzyıllar alır. Tarihin
iki kelimeyle devrimleri ve özgürleşmeyi anlattığı tepe noktalarına
çıkabilmek için insan bin yıl, iki bin yıl yolları aşındırıyor. Etrüsk
göçü olmasaydı Avrupa baklagilleri yaygınlıkla kullanamayacak, ağırlıklı
olarak etle beslenmeyi sürdürecekti. Dolayısıyla insan ömrü nispeten
kısa bir sürede uzamış olmayacaktı. Hatta psikosomatik teorilere göre,
Avrupa insanı barbarlığı aşmakta zorlanacaktı.
Bu teorilerin doğru olduğunu varsayarsak, yüzyılları
kapsayan bu dönüşümün, anayasal ilerlemelerden daha gerçek ve daha geri
dönülmez olduğunu söyleyebiliriz. Bir edebiyatçı olarak, bir kız
çocuğunun babasına ya da abisine kendi özgürlüğünü gerçekleştirebilmek
için “hayır” demesini, baskıcı bir anayasaya hayır demesinden daha çok
önemsiyorum.
Rengin Arslan:
Roman aynı zamanda tabuların dışında bir ahlak anlayışıyla da
yaşanabileceğinin sinyallerini veriyor. Toplumsal gelişim, kurallar ve
ahlak arasındaki ilişki nedir?
Hüsnü Arkan:
Bugünün diliyle konuşacak olursak, ahlak bir sermaye yatırımıdır. O
borsada büyük oynayanlar kazanır. Alayım kaçayım diyenler tersyüz olur. O
borsada dinin, ailenin, cinsel otoritenin itibarı yoktur. Bir yandan
Tanrı’yla hemhal olmanın, bir yandan da üç yıllık, beş yıllık tutukluluk
sürelerini bıyık altından gülerek olumlamanın o borsada yeri yoktur.
Bir yandan sevişme tarifleri yapmanın, bir yandan da tecavüzcüyle empati
kurmanın o borsada hükmü yoktur. Ahlak borsası insanın primatif
eğilimlerine tabi değildir. Bu haliyle yasadışı bir borsadır.
Cinselliğin ahlakla ilişkisini kesmenin normatif yollarından biri, doğan
çocuğa annesinin soyadının verilmesidir. Bu da miras hukukunun kökten
değişmesiyle mümkündür. Olmayacak bir şey. Ama olması gereken bir şey.
Bugünün ahlakına gelirsek… İyi olan her şey Tanrı’ya projekte
edilmiştir. Hegel yaşasaydı, “ben demedim mi?” derdi.
Rengin Arslan: 12
Eylül darbesi diğer darbeler gibi “bir gecede” ve ilan edilerek
yapıldığı için adını koyduğumuz bir darbe. Günümüzün koşulları da darbe
dönemlerini anımsatıyor… Bunun hâlâ 12 Eylül’ün devamı olduğunu mu
söylersiniz yoksa yeni bir darbe dönemi olduğunu mu?
Hüsnü Arkan: Söylediğiniz gibi, bu darbe bir gecede yapılmadı. Yüz elli yıl önce, sermayenin taleplerine uyularak başlatıldı; 1923’te, 46’da, 60’ta, 70’te, 80’de revize edildi ve bugün de varlığını sürdürüyor. Sermaye, sınıfsal bir içgüdü gereği, zorlukları sevmez, kolaylık ister. Dünyanın birçok ülkesinde, ırkçı ve faşist hareketler bu yüzden var; bir gün ihtiyaç duyulur diye ve siyasi yelpazenin diğer kesimlerini otoriter merkezden uzaklaştırmamak için… Bugünkü hükümet nispeten yeni bir burjuvaziyi temsil ediyor. Ama “geleneksel” olanla da uzlaşabiliyor ya da uzlaşma kapısını aralık bırakıyor ya da “geleneksel” burjuvaziyi hizaya getiriyor. Bu çekişmeye yalnızca Türkiye’den bir gözle bakarsanız presbiyobi olur. Uluslararası sermayenin eğilimlerini de hesaba katarak bakarsanız, siyasi kimliklerin temsili kimlikler olduğunu görürsünüz. Tabii ki, temsil yetkisine sahip olmak da bir çeşit mülk sahipliğidir.
* Söyleşi: Rengin Arslan
** Bu söyleşi ilk olarak Remzi Kitap gazetesinin Aralık 2011 sayısında yayımlandı.
YORUM YAZIN