Söylediğin Kadar, Söylemediğin
![]() |
- ERTAN KESKİNSOY - |
Alper Görmüş’ün Ahmet Şık ile ilişkisini üç safhaya bölmek mümkün. İlki, Ahmet’in Nokta’da muhabir olarak çalıştığı zamanlar. İkincisi, ‘Zor Yazı’ zamanları. Üçüncüsünü de kendisi Zaman gazetesine verdiği söyleşi ile başlatmış oldu: ‘kötü kitap’ aşaması.
Görmüş ile yapılan, 15 Mayıs Pazar günü yayımlanan söyleşinin asıl konusu, yeni kitabında sözünü ettiği Ergenekon gazeteciliği. Ergenekon davası, darbe günlükleri, Balyoz davası sürecinde ana akım medyanın kâh görmezden gelen, kâh seçmeci, ille de militarist tutumu üzerine bir kitap.
Kitabı bir yana bırakıp söyleşiye dönelim: Görmüş ile söyleşide iki nirengi noktası var. İlki, iktidara yakın tüm gazetelerin aylardır sürdürdüğü propagandanın temel dayanağı olan argümana destek çıkmak. O argümana göre, AKP’yi devirmek için büyük bir plan var. Amaç, tıpkı 28 Şubat’taki gibi, çoğunluğu ve onların istemlerini manipüle edip AKP’yi kitlesel bir hareket ile karşı karşıya bırakmak. Anımsayalım: Kasım ve Aralık ayındaki öğrenci eylemleri sırasında İslamcı / muhafazakâr koro, bir yandan ‘patoloji’ gibi faşist / faşizan rejimlerin başvurmayı çok sevdiği terimlerden birine, diğer yandan bizim Hürriyet gazetesinden aşina olduğumuz yöntemlere başvurmaktan çekinmiyordu. Aynı düşünce kalıbına iktidarın politikalarıyla çatışan her eylem ve/veya durumda rastlar olduk. İnsanlar Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanmasından dolayı sokağa mı dökülüyorlar, bunun nedeni farkında olmadan bir büyük oyunun parçaları olmaları. Birileri Internet kullanımına getirilen kısıtlar yüzünden sokağa mı çıkıyor, hakeza. Bu komplocu mantığın ne şekillere girebileceğini 12 PKK’linin öldürülmesi ve ardından gelen eylemler üzerinden gördük, görüyoruz. İslamcı / muhafazakâr cenahtan gelen en naif yorumlar, AKP hükümetinin bu işten sorumlu olmadığını, olan bitenin Ordu’nun / Ergenekoncuların işi olduğunu söylerken, en uçuk yorumlar ise Ergenekon taifesi ile PKK’nin AKP’yi devirmek için işbirliği yaptığını iddia edecek kadar ileri gidiyordu –Erdoğan’ın son çıkışlarını anımsayalım-.
Hiç şüphesiz, komploculuğun muhtelif okumaları yapılabilir: totalitarizme yatkınlıktan, rasyo dışında bir kaynaktan beslenen bir ‘büyük anlatı’ merakına kadar. Ancak konumuz bu değil. Görmüş’e dönelim. O da aynı mantığı, özellikle Anayasa referandumu süreci ile birlikte zuhur eden başka bir tutum ile birleştirerek kullanıyor. Anımsarsanız, aralarında bazı solcuların da bulunduğu bir cenah, George W. Bush’un “Ya bizdensin, ya da onlardan” sözünü anımsatırcasına, referandumda ‘hayır’cı olan herkese ‘Ergenekoncu’ / ‘Ergenekon’a bilip bilmeden hizmet ediyor’ yaftasını yapıştırmada tereddüt etmemişti – ‘hayır’cı bazı solcuların da aynı indirgemecilikten muaf olmadığını belirtelim-. Bu tutumun iyi bir cephane sağladığını gören iktidar kanadı, bunu değişik vesilelerle kullanmaya devam etti.
Söyleşinin başlığına bakalım: “Basın özgürlüğü diye sokağa dökülenler ikiyüzlü”. “Basın özgürlüğü diye sokağa dökülenlerin bazıları” değil, “çoğu” değil, “bir bölümü” değil. Bir sözcüğün doğru zaman ve yerde kullanımının ne kadar manipülatif sonuçlar doğuracağını bilen Görmüş, medya okumalarında yıllardır gösterdiği özeni, kendi söyleşisinde unutuveriyor. Ancak bu unutkanlık, basit bir ihmalden daha fazlası: Mahçupyan’da da bazı örneklerini görmüştük. Adını koyalım: bu düşünce biçimine göre özellikle Şık ve Şener’in tutuklanması ile başlayan, öğrenci eylemleri ile devam eden, Internet yasaklarına karşı eylemler ile devam eden süreçte, 1) bu gelişmeleri –tutuklamalar, basın özgürlüğü ihlalleri, Internet yasakları, vb.- Ergenekon’u itibarsızlaştırmak için kullananlar, 2) bu gelişmeleri yanlış yorumlayıp kendilerini Ergenekoncular’a destek verirken bulan iyi niyetli / faydalı aptalları, 3) bu gelişmeleri AKP’ye vurmak için fırsat bilen ana akım medya / Doğan grubu medyasının olanaklarını kullanarak kandırdı, kandırıyor. Son kertede, Emrah Göker’in tesbitini ödünç alarak şunu söyleyebiliriz: günümüz Türkiyesinde verili bir politik mevzuda, hükümetin o mevzuyu yönetme şekli eleştiriliyorsa, ulusalcılık yapılıyor, ETÖcülük yapılıyor, “AKP’yi bitirme planı devrede” demektir.
Halbuki bu düşünce biçiminin üreticileri, temsilcileri, ve Görmüş örneğinde olduğu gibi sonradan eklemlenenleri, AKP’nin başını çektiği sürece muhalefet eden bir kesimin derdinin şeriat değil, totaliterleşme olduğunu, Ergenekon’da iddianame yüzü görmeden aylarca hapiste yatanların yaşadığı hukuk ihlallerinin ikincil önemde olmadığını, çünkü demokrasinin en az öz kadar biçimler bütünü olduğunu; nitekim aynı dava kalıbının KCK ve Devrimci Karargâh davalarında da uygulamaya konulduğunu, iktidar ve Gülen hareketi ile ilgili asıl sorunun otoriter yöntemlerle güç pekiştirme heveslerindeki pervasızlık olduğunu vb. söyleyen bir kesimin argümanlarını bugüne kadar ısrarla görmezden geldi. Bu itirazları dile getirenler sayıca az olduğundan mıdır, yoksa bu argümanlar ‘kullanışlı’ olmadığından mıdır, kendilerine sormak gerek.
Söyleşideki ikinci nirengi noktası ise, söyleşiyi okuyanların da tahmin edebileceği gibi, Şık’ın kitabını ‘kötü bir kitap’ olarak tanımlaması. Editör, editörü bırakın, eş dost yüzü görmemiş, notları üzerinde duran, apar topar nette dağıtılmak zorunda kalan bir taslağı ‘kitap’ olarak tanımlamaktaki aculluğu da kasıtlı. “Ahmet’in kitabının taslağı” deme zahmetine bile katlanmayan Görmüş’ün medya eleştirilerindeki özeninin birdenbire buharlaşıp gitmesinde söyleşi deneyimi olmamasını mı arasak, yoksa başka bir angajman mı?
Alper Görmüş’ün “Darbe Günlükleri” haberinin Ahmet Şık’a ait olmadığını kamuoyuna açıklarkenki ‘zor yazı’ pozlarını anımsayalım. Niye zor yazı idi? Çünkü şu anda hapishanede, dolayısıyla yanıt hakkı kısıtlı biri hakkında yazıyordu Görmüş. Yoksa “Hayır kardeşim, bu haberler Ahmet’in değil” demekte zor bir yan yok. Ancak Ahmet biz farkında olmadan hapisten çıkmış olmalı ki, bu zorluğu tanımlarken gösterdiği asgari itinayı, henüz taslak halinde olan bir kitap hakkında şu kanaate varırken esirgemiş:
“Ahmet Şık’ın kitabı çok kötü. Hiçbir yeni bir bilgi içermeyen, propagandif bir kitap. Kitap iyi diyen de çıkmadı. Zaten öyle bir şey olsaydı kitabın içeriğine dair haberler çıkardı. Ama geniş kamuoyu hâlâ kitapta olağanüstü bilgiler çıktığını, cemaatin bu nedenle yasaklattırdığını düşünüyor. Ahmet’e bu kitabı yakıştıramadım. Onun araştırmacılık kaygısının, objektif durma kaygısının uzağında bir çalışma. Beni hayal kırıklığına uğrattı. Daha fazlasını söylemek istemiyorum. Ahmet, bir an önce cezaevinden çıksa da bunları tartışabilsek diyorum.”
Bu yöntem bir yerden tanıdık geliyor, değil mi? İlk birkaç cümlede boca ettiği kanıların ardından, “Ahmet cezaevinden çıksa da bunları tartışabilsek” yüce gönüllüğüne geri dönmek, bir Ertuğrul Özkök tadı veriyor. Malum, onun da böyle keskin ve kışkırtıcı kanılar ardından ‘makul olmaya’ ve herkesi bulunduğu ‘kendinden menkul makul’ noktaya çağırmaya istidadı vardı.
Ayrıca, kitabın yeni bilgi içerip içermemesi konusunda şimdilik iki şerh koymakta yarar var: Acaba özellikle yaşı yetmeyen okurların bugün insanları mezardan çıkıp evet oyu kullanmaya çağıran Fethullah Gülen’in 12 Eylül’deki ve 28 Şubat’taki tavrının ne olduğunu öğrenmeye, yaşı yetenlerin de bunu hatırlamaya ve hatırlatmaya hakkı yok mu? Kitabı bir çırpıda içinde yeni bilgi yok diye harcarsanız, yanıtınızı “hayır yok” diye okumak mümkün olur. Çünkü kitap Gülen’in 12 Eylül ve 28 Şubat askeri müdahalelerinin nasıl gönüllü bir işbirlikçisi olduğunu somut verilerle gayet güzel anlatıyor. O zaman da zombi oylarına müracaat eden Gülen’in ikiyüzlülüğü güzelce görünür hale geliyor. İkinci şerh ise; Ahmet’in kitap taslağı Internette yer aldığı halde basının hala üzerinde durmadığı, emniyetçi Emin Aslan’ın başına gelenlerin anlatıldığı bölüm. Görmüş’e göre kitap iyi olsaydı içeriğine dair de haberler çıkarmış. Biz de diyoruz ki Türkiye’de daha çok iyi gazeteciler olsaydı Ahmet’in anlattığı Emin Aslan olayıyla ilgili bir sürü haber çıkardı. Zira “Dokunan Yanar” uyuşturucuyla mücadele ederken kendini bir anda aynı suçlamanın muhatabı bulan bu emniyet müdürünün, bir cemaatin komplosuna uğramış olduğuna ilişkin “yeni” pekçok bilgi içeriyor. Ama bakmasını bilene elbette.
Görmüş, yıllardır yaptığı iş itibarıyla, sözlerinin kendisi kadar bağlamının da farkındadır şüphesiz. “Darbe Günlükleri Yalan Çıktı” başlığının Zaman gazetesinde kendi anlamından başka anlamlar taşıdığının da, hatta fotoğraf kullanımlarının bile ne ifade ettiğinin de. Şu linkteki fotoğrafa bakalım: ‘derin ve bilge bakışlı’ Alper Görmüş, ön planda; sağ üstteki boşluğa Ahmet Şık’ın tam da gözaltı anındaki fotoğrafı yerleştirilmiş. Fotoğraftaki karşılıklı yerleştirme -juxtaposition- ‘yorumsuz’ biçimde okuyucunun algısına sunulmuş. Haberin başlığı “’Ahmet Şık darbe günlüklerini yayınladı’ yalan çıktı”. Öğelerin her birini birbirinden, dolayısıyla bağlamdan kopardığınızda masum gözükseler de, hepsini bir araya getirdiğinizde ortaya çıkan şeyi kara propaganda ya da manipülasyon olarak adlandırmak mümkün. Hiç şüphesiz, Türkiye basını, 6-7 Eylül olaylarından bu yana, bu tür sinsiliklerin, pogrom ile dahi sonuçlanan manipülasyonların adresi olageldi. Ancak bu tür kötü kullanımları analiz ve deşifre etmesi ile bilinen Görmüş, 28 Şubat tarzı karalama kampanyaları o günün mağdurları tarafından uygulanınca susuveriyor.
İnsan söyledikleri kadar söylemedikleriyle de maluldür. Alper Görmüş bu açıdan, Taraf’ta yazmaya başladığı günden itibaren, özellikle söz konusu Zaman gazetesi / Gülen hareketi çevresi olunca, seçmeciliğinden ödün vermedi. Örneğin KCK operasyonlarında Ruşen Çakır’ın da, Kürşat Bumin’in de işaret ettiği türden bir ‘toplum mühendisliği’ projesini çözümlemeye yeltenmedi.
Soralım: Bu basit bir gözden kaçırma mı, yoksa anti miltarizm ve demokratikleşme kisvesi altında bir toplum mühendisliğini diğerine tercih mi sözkonusu?
Soracak çok şey var; ancak bir soru ile bitirelim. Görmüş, o fotomontaja bakıp da geceleri rahat uyuyabiliyor mu?
not: bu yazı ilk olarak birdirbir.org internet sitesinde yayımlanmıştır.
YORUM YAZIN