Header Ads

Tabu Düzenine Liberal Restorasyon

- SÜLEYMAN ARIOĞLU -
Türkiye’nin tabu düzeni sadece restorasyondan geçiyor. Bakmayın siz Kemalizm konusundaki liberal çığırtkanlığa. Binanın taşıyıcı kolonları olduğu gibi yerinde duruyor. Apartman yöneticisi değişti sadece ve kendine uygun değişiklikler yapıyor. Darbeci dedikleri yapının bazı sakinlerini kovup, kendileri yerleşen liberaller geçen haftaki öğrenci olaylarında, uğurladıklarından özünde hiç de farklı olmadıklarını bir kez daha ortaya koydu.

Türkiye siyaseti son 7–8 yıldır ciddi bir egemenlik kavgasına sahne oluyor. Öyle böyle değil; yargılamalar, siyasi komplolar, medya savaşları vs… Bu savaşın meşrulaştırması ise bir demokratik söylemin değil ama bir “demokrasi” söyleminin üzerinden yürütülüyor. Ancak ne var ki, bu hanedan mensupları arasındaki bir taht kavgasından başka bir şey değil. “Coca Cola’nın susuzluğu değil de mutsuzluğu giderdiği” post-modern kapitalizmin siyaseti de her gün yeni bir “devrimi” gerçekleştiriyor. Türkiye son bir yılında tüm insanlık tarihi boyunca gerçekleşen devrimlerden fazlasını yaşadı. Yersen tabi. Avrupa’dan gelenlerin Kapıkule’yi geçince trafikte metamorfoza uğradığı anlatılır durur ya, kavramların kaderi de Türkiye gümrüğünün sonrasında hiç farklı değil. Gerçi demokrasi kavramı söz konusu olunca durum tüm dünyada aynı. Kapitalizm-demokrasi antagonizması bir yana, bu kavramın büründüğü biçim, hele hele Türkiye’de tam anlamıyla Perikles’e rahmet okutan cinsten. İnsanlar HES’leri istemiyoruz diye var güçleriyle bağırırken onlara kulak tıkayıp, üzerine de “terörist” ilan edenlerin demokrasi kahramanı olduğu bir dünyada ve ülkede yaşıyoruz.

İktidarlar hüküm eyler, bunun güzellemesi de eli kalem tutanlara düşer. Bizde bu işin yeni dönemdeki taşeronu ise liberaller. “Demokrasi” ile taçlanan yaşamımızda, sabah akşam ne kalın kafalı gâvurlar olduğumuzu, nasıl olur da “kimsesizlerin kimsesi, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyyiipppp Errrdoğannn”ı ve AKP hükümetini onaylamadığımızı, bunun olsa olsa “darbeciliğimiz ya da Ergenekonculuğumuzdan” olduğunu söyleyip duruyorlar. Bizim gibilerde düzeni yer ile yeksan etme potansiyeli görmelerinden hoşnut olmasına hoşnudum ama bu “darbeci” suçlaması da nereden çıktı. Daha “A” derken “AKP’yi savunma füze kalkanı” gibi, “seni darbeci” diye muhalif seslerin karşısına dikiliyorlar. İşte bu tavırda, yerli Goebbels’in “patoloji” dediği şeyin ta kendisi bulunuyor. Muhalif olmayı kriminal ya da hastalıklı bir şey ilan etme gayretkeşliği.

Bu kadar kelamdan sonra liberalizmi değil (bu başka bir yazı konusu ve üzerine oluşan literatür dağların boyuna erişir zaten) ama Türkiye liberallerini biraz da siyaseten tahlil etmek gerekir. Ama önce liberallerin AKP’ye yönelik hırçın desteklerinin haklılaştırma söylemine bir göz atmakta fayda var. Nedir bu? Şöyle ki, “AKP müesses nizamı yerinden ediyor; Kemalist otoriter rejim ve askeri vesayet sistemi tasfiye oluyor”. Pek çoğu Marksist bir geçmişten gelen liberaller, liberal solcular ve İslamcı “demokratlar” bu söylemde buluştu. Ne var ki, bu tahlilin ayaklarının yere basması için yaşanan pek çok şeye göz kapamak ve birçok gerçeği de dışarıda bırakmak gerekiyor.  

Liberallerin AKP’ye gönül vermesine özetle bir göz atacak olursak bunun için AKP iktidarının ilk dönemine bakmak gerekir. Bu dönemde Kemalist devletle karşı karşıya kalmaktan özenle kaçınan AKP, AB odaklı bir politikayla İstanbul burjuvazisinin desteğini de arkasına aldı. Her ne kadar 1 Mart gibi “bir yol kazası” yaşansa ve ilişkilerinde biraz soğuk rüzgârlar estirse de ABD’yi ikna etmeyi de başardılar. AKP’lilerin ABD ve İstanbul burjuvazisini dışında tutmayı becerdikleri, iki kutuplu dönemin sacayağının üçüncüsü ordunun üst kademelerinde ise klasik refleksleriyle hareket edenler de kaybedenler hanesine yazıldı. 2003-2004’teki darbe girişimlerinin gerçekleşememe nedeni buydu. AKP’nin bu süreçte Kemalistler ile iyi geçinmesinde bu nedenle hiçbir tuhaflık yoktur. En nihayetinde iktidar isteyen bir burjuva partisinden söz ediyoruz. Liberallerin de böyle bir tabloda AKP’nin yanında durmasının anlaşılmaz hiçbir yanı yok. Sorunlu taraf ise liberaller ve AKP ilişkinin bugün kazandığı boyut. E-muhtıranın hemen sonrasındaki 2007 seçiminde yüzde 47 oy alan AKP’nin ilk icraatı genelkurmay ile masaya oturmak oldu. Sonrasında ise Ergenekon yargılamaları. Her ne kadar başbakan ve dönemin paşası beraberlerinde mezara götüreceklerini söylese de Dolmabahçe mutabakatının ne olduğunu bugün okumak çok zor değil. Orada yapılan mutabakat, vesayette nöbet değişiminden başka bir şey değildir. Ertuğrul Kürkçü’nün ifadesiyle söyleyecek olursam, “milliyetçi militer bir vesayetten, liberal muhafazakâr bir vesayete geçiş”. Bunu, AKP’nin Kemalist rejimin en üst ve yetkin kurumuyla bir ittifaklaşması olarak da okuyabiliriz. Bu arada şöyle kabaca bir genel tespit yaparak devam etmek istiyorum: İttifaka dayalı ilişkilerin doğasında tarafların bir dereceye kadar eş bir güce sahip olması vardır. Eğer güçlerin denkliği söz konusu değilse orada bir tür tabiiyet ilişkisi kaçınılmaz olarak doğar ve bu ilişkiyi ittifak diye adlandırmak da doğru olmaz. Hele bir de bu ilişki egemen ya da iktidar bir çevreyle temaslaşma ise orada her hangi bir ilkenin işlerliğinin söz konusu olabilmesi de pek mümkün değildir. Söylemek istediğim liberallerin AKP ile ilişkilerini, onların büyük bir yanılgıyla belli “ilkelere” dayalı bir ittifak sanması. AKP’nin ittifakının kiminle olduğu gayet açık bence.

Vesayetin nöbet değişimi meselesine dönecek olursam, bunun topluma anlatılışı “vesayetin tasfiyesi” şeklinde olageldi. Belki liberallerin bir kısmı buna gerçekten inanmıştır. Çünkü ulusalcılar ve Kemalizmin başat figürleri siyaset alanından silindi; güçlerini yitirdi. Dedik ya pek çoğu eski Marksist liberaller de AKP’ye bir burjuva devrimcisi rolü yüklediler. Fransız devrimi gerçekleştiği andan itibaren liberalizm ve liberaller muhafazakârdır. Hani Marksistlerin söyleyip durduğu “burjuvazinin devrimci barutu” meselesi (Marks kusura bakmasın, burjuvazinin devrimciliği konusunda kendisine katılamayacağım). İktidarı aldıktan sonraki tarihleri ise onu muhafaza etmekle geçmiştir. Türkiye liberallerinin baş yanılgısı şu ki, Fransız devriminde liberaller aristokrasinin bütün kurumlarını ve düzenini tasfiye etti. AKP ise bugün Türkiye’de iktidardır, Kemalistleri tasfiye etmiştir ama Kemalist devletin YÖK’üydü, yüksek yargı düzeniydi, MGK’sıydı, YAŞ’ıydı vs. bütün aygıtları yerli yerinde duruyor. Üstelik AKP’nin bunları tasfiye etmek gibi bir niyeti olmaması bir yana gayet etkili bir şekilde kullanmaktan da geri durmuyor. Daha birkaç ay önce âlâ valâ ile “12 Eylül’ü tasfiye ediyoruz” diye değiştirilen anayasanın çokça anlatılan yürütmeyi güçlendirmesinin dışında İkizdere gibi onlarca vadinin ve Hasankeyf’in, Allianoi’nin ruhuna Fatiha olmaktan başka somut bir sonucu yok.

Liberallerin, özellikle de Taraf çevresinin 12 Eylül ile illiyeti inkâr edilemeyecek AKP’nin, Kemalizmin mirası üzerine yerleşmesine cılız bir iki itirazı dışında özünde tek yaptığı buna kılıf uydurmak olmuştur. Bugün AKP’ye yönelen her eleştiriye “Kemalist/ulusalcı/darbeci” diye ayağa kalkan liberaller, kendileriyle derin bir çelişki içinde değildir de nedir! Kavgalı göründüğü tabu düzeninin mirası üzerine oturan AKP’yi yeni bir tabu haline getirmek pek liberallikle bağdaşır bir hal olmasa gerek.

Türkiye siyasal kültürüne ve toplumsal formasyonuna işlemiş militarist damarla uğraşıyorlar, bu konuda haklarını teslim etmek lazım. Ama liberalizmin bu konudaki ufkuyla da adı üstünde sınırlılar. Bu da “Paşa” diye seslenerek, orduya yeni bir pozisyon önermekten ötesi değil. Bunu küçümsemiyorum ama bu sisteme topyekün itirazı olanlara “darbeci” diyenlerin, darbecilikle suçladıklarından daha radikal ve uzak bir konumda olmaları gerekir. Sadece protokol sıralamasına itiraz edenlerin, askere alınan gençlerin orduevlerinde paşalara hizmet etmesine itiraz edenlerin (savaşa gideceklerine paşalara çay servis etmeleri daha iyi değil mi!) başkalarına söz ederken daha dikkatli olması gerekmez mi! Bir de liberallerin NATO sevdası var tabi. Daha birkaç gün önce bir TV programında Taraf yazarı Cemil Ertem’in NATO’yu bir anlatışı vardı, duyan Uluslararası Af Örgütü’nden bahsediyor sanır. Ey darbe karşıtı şaşkın, darbelerin silsilesinden haberin yok her halde. Bu “Yurtta AKP cihanda NATO” tavrı da “liberal militarizm” olsa gerek.

“Çetelerin üzerine gidiliyor, karanlık cinayetler aydınlatılıyor” ama Hrant Dink cinayetinin nasıl işlendiği apaçıkken hükümetten tıs yok. Tıs çıkmadığı gibi hükümet AİHM’de Hırant Dink’i bir Nazi’ye benzetti. Liberallerin kalesi Taraf bu haberi ancak Dışişleri Bakanlığı’nın bir mazeret uydurmasından sonra, sorumlusunu bürokratlar olarak ilan edip verebildi. Hrant Dink meselesinde o güne kadarki tavrının sınırını da AKP’nin oluşturduğunu görmüş olduk böylece.

İnsan hakları karnesi ancak “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü”nü almayan yeten AKP’nin döneminde polis karakollarında yaşanan cinayetler, İstanbul’daki 1 Mayıs manzaraları, Tekel işçilerinin maruz kaldığı saldırılar, TMK mağduru çocuklar, KCK davası, zorunlu din dersi, Bayrampaşa davası, Kürt muhaliflere dönük faili meçhul cinayetlerin pek çoğu da yok sayıldı.

Siyasal liberalizmin en temel ilkelerinden biri ifade hürriyetidir. Oysa bu AKP Türkiye’sinde de yoktur. Kürt, Alevi, işçi, öğrenci herkesin sorunu dile gelir ama bu sorunu yaşayan öznelerin ağzından değil. “Bu memlekete komünizm lazımsa AKP onu da getirir”. Başbakan çıkar bütün bu sorunları kendi meşrebince anlatır, başkasının konuşmasına gerek yok. Konuşacak olanın sırtında cop paralanır, KCK gibi siyasi yargılamaların muhatabı olur, olmadı liberaller onları “darbeci/Ergenekoncu” ilan eder.

AKP’nin liberaller ile ilişkisi yukarıda dediğim gibi bir ittifak ilişkisi olmadığı için; pek çoğu İran’daki Ayetullahlar rolünü üslenip, artık entelektüel derinlikleriyle mi, kıvraklıklarıyla mı diyelim ahkâm kesip başbakana yol göstermek isterler ama başbakan çıkar onları da sigalar. Herkese aslan kesilen liberallerimiz boyun büker ve Katar Emirliği gibi konuşmaya icazeti olanların başbakanın ruh halini gözettiği bir ülkeyi ve bu başbakanı demokrasi kahramanı ilan etmeye devam ederler. Bu durum “patolojik” değil de nedir! Ama onlar bu ilişki biçimine iktidara göre pozisyon tutma değil de “ilkeli siyaset” diyorlar.

Ordunun kendisini terk ettiğini nihayetinde ayan CHP, Kemal Kılıçdaroğlu ile nereye varacağı belirsiz dönüşümün işaretlerini vermeye başladı; onlara daha önce aynı doğrultuda yol gösteren liberalleri bu kez telaş sardı. Düne kadar önerdiklerini bugün eleştirmeye başladılar. Ben kanaatimi belirteyim, Türkiye’de her ne değişime gitse CHP’nin yolu üç aşağı beş yukarı AKP ile aynı yere çıkar.

Militer-milliyetçi ulusalcıların terk ettiği her pozisyonu liberal-muhafazakârlar zapt etmekte ve aynı siyasi kültürün parçası olduklarını da her seferinde ispatlamaktalar. Her iki cenahın da kapitalist toplum ve onu karakterize eden tahakküm ilişkileri ile bir sorunu olmadığı, mücadelelerinin mülkiyet “haklarının” kapsamına ilişkin olduğu apaçık ortada. Hükmetme yarışında oldukları düzenin yol açtığı eşitsizliğe, çevresel felaketlere öğrenciler, TEKEL işçileri gibi itiraz edenler ise “Ergenekoncu/darbeci” ya da Murat Belge’nin entelektüel dile tercümesiyle, “27 Mayısçı”. Çünkü bu yeryüzü cennetine kim, niye isyan etsin ki!

Yukarıdan buyruk göndermeyen, “kitlelere bilinç taşıma” ukalalığında olmayan bir başka entelektüel tavra örnek vererek bitireyim: 68 Mayıs’ında yaşanan her özgürleşimin ateşlendiği ve her karşı pratiğin yaşandığı Vincennes ormanları içindeki Paris VIII Üniversitesi, o zaman Paris’in belediye başkanı olan Jacques Chirac tarafından yıkılmak istenince öğrenciler eylemler düzenler. Bu eylemlerden birine, burada ders veren Fransız felsefe tarihçisi Françoise Châtelet de katılır: “Meydandaki meşhur fotoğrafı, iri yarı bir adam, saçları uzun, 68’de herkesin giydiği kıyafet üzerinde, o Maocu kıyafetler. Hemen hepsinin üzerinde aynı kıyafet var neredeyse, kahverengi, siyah kadife ceketler… Chatelet, fotoğrafında elinde kocaman bir kağıt, ondan büyük bir cigaralık yapmış, onu üflüyor. Metaforik bir şey, o kadar büyük cigaralık yapmaya imkân yok, tütün yetmez…” *

Châtelet’in bu üniversitede ders veren arkadaşlarından biri de yakın tarihin en büyük işçi hareketlerinden Dayanışma Sendikası’nın grevinde, “Ergenekoncu/karşı devrimci” demeden onlara destek için Simone Signoret ile beraber Polonya’ya kadar yardım taşıyan bir kamyonu süren Michel Foucault’ydu.


* Gilles Deleuze, Perikles ve Verdi-François Châtelet’nin Felsefesi, Çev: Ali Akay, Bağlam Yayınları, İstanbul-2005. s. 43

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.