Header Ads

Gerçeğin Ne Kadarına Dayanabilirsiniz?

- AYÇA SÖYLEMEZ -
Geçen hafta da yazdım, yine yazacağım. Çünkü bunu herkesin bilmesi, bilenlerin de hatırlaması gerekiyor. Uzun süredir Hayata Dönüş Operasyonu Bayrampaşa Cezaevi davasıyla ilgili iddianameleri, ifadeleri, mahkeme tutanaklarını okuyorum. Operasyonu yürütenleri, söyledikleri yalanları, onlara destek veren siyasileri, operasyonun tecriti yerleştirmek üzere yıllardır planlandığını, medyanın nasıl devletin sözcüsü olduğunu, gerçeklerin mahkemede nasıl çarpıtıldığını ve tüm suçun erlere yüklenmeye çalışıldığını biliyoruz, artık. İlk duruşması 23 Kasım’da görülecek davada olduğu gibi.

Ama hiçbir somut gerçek, katliamı yaşayanların anlattıkları kadar gerçek değil. Ne dönemin devlet adamlarının sözleri ne adli tıp raporları bu kadar çıplak gerçekle yüz yüze bırakmıyor insanı. Evet, savaş ve katliamlarda yaşananların ya da vahşet görüntülerinin yansıtılmasını yanlış bulan, bunun insanı yabancılaşmaya sürüklediğini ve olayı normalize ettiğini savunan görüşler var. Ve evet, çoğu zaman katılıyorum bunlara. Ama burada topluma bir tokat atmak gerekiyor. Bunun, bir devlet, örgüt, hapishane politikası sorunu değil bir insanlık meselesi, bir katliam olduğunu göstermek için. Israrla. Hala umut kaldıysa.

İşte bu nedenle, benim defalarca okuyup her seferinde aynı şekilde dehşete düştüğüm bir metni paylaşacağım. Operasyonun ardından bindirildiği ambulansta “Bizi diri diri yaktılar” diye bağıran Birsen Kars’ın ifadesini. Siz de dehşete düşün diye. 10 yıldır bu sesi çok az kişi duydu. Katliamın davası 10 yıl sonra başlıyorken, bu kez bu çığlığı herkesin duyması için. Birsen Kars’ın olay günü yaşadıklarını aktardığı ifadesinin tam metni şöyle:

“Saatime baktım 04.50’yi gösteriyordu. Hepimiz uyanmış yere atmıştık kendimizi. Çatılarda mevzilenmiş özel tim askerlerinin koğuşumuzu hedef alıp ateş ettiğini görebiliyordum. Kurşunlardan korunmak için ayağa kalkmadan yerde sürünerek hareket ediyordum. Zaten içeriye gaz bombaları atılmaya başlanmıştı. Nefes almak çok güç oluyordu. Önce ölüm orucunun 60’ıncı günlerine gelmiş arkadaşlarımıza korunaklı bir yer hazırlamaya çalıştık. Bombanın etkilerinden biraz korunalım diye bulduğumuz havluları, bez parçalarını ilk anda koğuşa alabildiğimiz birkaç bidon suyla ıslatıp yüzümüze koyuyorduk. Ancak bu da yetmiyordu. Ciğerlerimiz, bütün iç organlarımız parçalanıyor, nefesimiz tıkanıyor, hareket edemez hale geliyorduk. Bu arada bize küfrediyor, hepimizi öldüreceklerini söylüyorlardı. Hava yeni yeni aydınlanmaya başlıyordu. Tavanı iş aletleriyle delmeye başladılar. Bizim topluca olduğumuz yerden başlamışlardı. Bir bombanın rahatlıkla geçeceği onlarca delik açtılar ve oradan da bombalar attılar. Biz delinmemiş olan başka bir yere geçtik. Ama faydası yoktu. Biz nereye geçiyorsak orayı delip gaz bombaları atıyorlardı. Hem karşı koğuşun çatısından hem tavandan değişik tipte ve etkide sayısını bilemeyeceğim kadar çok bomba atılıyordu.

Çok geçmeden tüm tavana delikler açılmıştı. Biz de en azından kurşunlardan korunabilmek için cam kenarlarına geçtik. Ayağa kalkmıyor, iki büklüm birbirimizi korumaya çalışıyorduk. Gelen bombalardan henüz patlamamış olanları havalandırmaya atmaya çalışsak da başa çıkamıyorduk. Kusan, kendinden geçen arkadaşlarımız vardı. İş aletlerinin gürültüsü devam ediyordu. Çok geçmeden mazgal saçlarını açtılar. Artık aramızda sadece birkaç metre vardı. Ellerinde silahlarla mazgal penceresinden bize küfürler, tehditler savuruyorlardı. Aynı biçimde tavandaki deliklerden de bizi ölümle tehdit ediyorlardı. Atılan gaz bombaları yataklara düştüğünde ufak yangınlar çıkıyordu. Bunları elimizde su olmadığı için battaniyelerle söndürüyorduk. Pencere önündeki arkadaşlarımızdan biri ranza üzerindeki battaniyeyi almak için doğrulduğunda ateşe başladılar. Arkadaşın kolu, atılan bombayla yaralandı. Artık kolu bir et yığını gibi sallanıyordu. Ve biz kolunu bulduğumuz bir bez parçasıyla sarıp kan kaybını yavaşlatmaktan başka bir şey yapamıyorduk. Mazgal deliklerinden, karşı çatıdan “Erkeklerden 10 tanesini geberttik, sıra sizde” diye bizi tehdit etmeyi sürdürüyorlardı.

Bu arada daha önce attıkları birkaç çeşit bombadan daha farklı bir bomba attılar. Bu bomba insana ölüyormuş hissi veriyor, bütün vücudumuz parçalanıyormuş gibi oluyor ve bizi istem dışı hareket ettiriyordu. Etkilerine bakılırsa bu sinir gazıydı. Havaya tekme atan, saçlarını yolan, elleriyle oraya buraya anlamsızca çarpan arkadaşlarımız oldu. Bu gazdan birkaç kez daha attılar. Biz biraz nefes alabilmek umuduyla pencerelere dayanıyor ama atış başladığı için geri çekilmek zorunda kalıyorduk. Havluyu ıslatacak suyumuz kalmamıştı. Kimimiz bezleri, havluları gaz bombalarının üstüne atıp etkisini azaltmaya çalıştığımız için korumasız kalmıştık. Artık üst katta kalmamıza imkân yoktu. Saldıran güçlerle burun burunaydık. Aradan saatler geçmişti.

Bizi koğuştan çıkarmak gibi bir amaçları olsaydı, daha ilk saatte koğuşa girip çıkarabilirlerdi. Ancak böyle bir amaçlarının olmadığı belliydi. Gaz bombaları, kurşun bombardımanıyla, küfür ve tehditler arasında bizi öldürmeye niyetliydiler. Nitekim birbirimize koğuştan çıkalım diye seslendiğimizde ve kapıya yöneldiğimizde yaşananlar bunun ispatıdır. Saat 11.45 civarıydı. Ben ölüm orucundaki Yazgül Güder Öztürk ile yan yanaydım. Kapıyla aramızda çok fazla bir mesafe yoktu. Bir anda aşırı bir sıcaklık hissettim. Yüzüm pencereye dönüktü. Arkaya döndüm. Tavan deliklerinin birinden demir bir kafes biçiminde bir şeyden siyah bir gaz veriliyordu. Derken cızır cızır sesler duydum. Saçlarım parça parça kopuyordu. Yazgül’e “Yanıyoruz” dedim. Ortalık saniyeler içinde kapkaranlık olmuştu. Yükselen ısıya karşı bir refleks olarak zaten kırılmış olan camların kalan parçalarını koparmaya çalıştım, dışarıdan soğuk hava gelsin diye. Hiçbir şeyin faydası yoktu. Isı giderek yükseliyordu, bir fırındaydık sanki. Yüzüm eriyordu, ellerim eriyordu. Elime baktım, deriler soyulmuş, parmaklarımdan aşağıya sarkıyordu. Elimi yüzüme götürdüm, vıcık vıcıktı. Sırtımda ateş yakılmış gibiydi. Artık hiçbir şeyi göremiyordum. “Ölüyorum” dedim kendi kendime. Sonrasını hatırlamıyorum.

Alt katta ismimin seslenişiyle kendime geldim. Arkadaşlarım vücuduma, kafama su döküyorlardı. Etrafımdaki arkadaşların, şaşkın, acılı bakışlarından görüntümün çok kötü olduğunu anlayabiliyordum. İlk anda beni görüp tanıyamayanlar oluyordu. Bir arkadaşımın sesini duydum. “Arkadaşlarımızın hepsini kurtaramadık. Yazgül, Şefinur, Nilüfer, Seyhan, Özlem, Gülser içerde kaldı” diye bağırıyordu. Anladım ki beni de arkadaşlarım o cehennemden kurtarmışlardı. Ama altı arkadaşım o fırının içinde kalmıştı. Biz maltaya açılanan kapının yanındaki mutfaktaydık. Koridor kapısının mazgalı lehimli olduğu için makineyle orayı açıp içeriye gaz bombası atmaya başladılar. Artık alt katta da kalamadık. Zaten altı arkadaşımızı öldürmüşlerdi, bizi de öldürmek istiyorlardı. Durmadan sıkılan kurşunların, atılan yüzlerce gaz bombası, aramızda birkaç metre varken bomba ve kurşun yağdırmaya aralıksız devam etmelerinin başka bir anlamı yoktu.

Havalandırmaya çıktık. Çıktığımızı görünce çatılardan bombalar attılar, üzerimize kurşun sıkmaya başladılar. Karşı koğuştan arkadaşlar kapılarını açıp bizi oraya aldılar. Gardiyanların kaldığı odaya girdik. Giysilerim sağlamdı ama sırtım yanıyordu. Arkadaşlar kıyafetimi kestiler kazağıma hiçbir şey olmamış ama sırtım olduğu gibi yanmıştı. Çok geçmedi, bu koğuşun mazgalını da açtılar ve gaz bombası atmaya başladılar. Tekrar havalandırmaya çıktık. Bizimi koğuşumuzun ilk üç penceresinden alevler yükseliyordu artık. Üzerimize tazyikli su sıkmaya başladılar. Biz de “Yangını söndürün” dedik. Altı arkadaşımız oradaydı, ama onlar suyu yangına değil bize sıkmaya devam ediyorlardı. Bir yandan da gaz bombası atmayı sürdürüyorlardı.

Biz yananlar artık ayakta duramıyorduk. Tazyikli su ellerimizdeki derileri iyice söküyor ve parmak uçlarımızdan sarkan deri parçaları çoğalıyordu. Birkaç arkadaşım ağır yaralıları bir kez daha koğuşa soktu. Koğuşa girdiğimizi görünce ayaklarımıza kurşun sıktılar. Koğuşta ne kadar kaldık bilemiyorum. Ama atılan gaz bombaları dayanılmaz hale gelince tekrar çıktık. Halen tazyikli su sıkıyor, bomba atıyorlardı. Çatıdan kurşun, bomba sıkmak yetmemiş olacak ki kafama bir taş atılar ve yanığa ek olarak kafam yarıldı. Sanırım bu “güvenlik güçlerinin” nasıl bir ruh hali içinde olduğunu anlamak açısından iyi bir örnektir. Havalandırmada tazyikli su ve gaz bombası bombardımanı altında ne kadar kaldığımız hatırlayamıyorum. Oraya dair en son hatırladığım çift taraftan koğuşların alt katına girip camlardan silahların bize doğrultmalarıdır. Aynı anda havalandırmaya da bir grup silahlı maskeli özel tim elemanları girip biz kuşattılar. Hepimizi tek tek kelepçelemek ve üstümüzdeki giysiler paramparçayken bizi soyarak aramak istiyorlardı. Benim de içinde bulunduğum çok sayıda yaralı ayakta bile zor duruyordu. Ellerimiz paramparça idi. Bu haldeyken kelepçe takılmasını, aranmayı reddettik. Bizi sürükleye sürükleye koğuştan çıkardılar.

Çıkıştan sonra hatırladığım, büyük bir depo gibi ama boş bir yerde olduğumdu. Yaralardan, ıslanmışlıktan dolayı tir tir titriyor ve acı çekiyordum. Bizi orada bir süre beklettiler, benim konuşacak durumum yoktu. Arkadaşlarım benim hastaneye kaldırılmam konusunda ısrar ettiler. Bu çok uzun sürdü. Beni bir türlü hastaneye götürmüyorlardı. Tartışmalar sonucunda önce Bayrampaşa Cezaevi Hastanesi’ne oradan da Haseki Devlet Hastanesi’ne sevk edildim.”

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.